Empedokles

Empedokles: Aşk ve Nefretin Felsefesi

REVAN
9 min readNov 9, 2022

--

Başlamadan evvel bu yazının bir de video versiyonunun olduğunu belirtmek istiyorum. Linkini şuraya bırakmış olalım: https://youtu.be/4b2ukkyFpJg

Bir filozof, bir bilim insanı, peygamber ve yüce bir kişilik olan Empedokles, Yunan’ın gizemli kişiliklerinden biriydi şüphesiz. Ancak o da en az Pisagor kadar şarlatandı. Ya da başta Russell olmak üzere aydınlanmacı filozoflar onu böyle nitelendirirdi. Gerçi Russell bunu hiç gizlemez ve Batı Felsefesi Tarihi eserinde Empedokles’e ayırdığı bölümde onun iyi yönlerinin yanında onu bir şarlatan olarak da anar. Pisagor yalancıların başıydı der Herakleitos benzer şekilde Empedokles de öyledir. Onların dini kişiliğe bürünmeksizin felsefe ya da bilim yapamamaları bu açıdan bir kusurdur. Ancak Antik Yunan’da felsefenin ilk öncüleri mithos’tan tamamıyla sıyrılamamış kişiliklerdi. Bunu bu şekilde bilmek ve göz önünde bulundurmak lazım.

Misalen Pisagor, belli ki bir Orpheus dini tapıcısıydı. Herakleitos, “Delphoi tapınağının efendisi sözünü ne saklar ne gizler ancak ona işaret eder.” derken müzik, şiir ve kehanetin tanrısı Apollon’dan bahsediyordu. Parmenides ise ünlü “Doğa Üzerine” şiirinde felsefesini anlatırken bunu adalet tanrıçası olan Dike’den işittikleri ile anladığını göstermektedir yani tıpkı Hesiodos ve Homeros’un dini hikayelerini anlatmaya başlamadan önce vahyin ya da esinin kaynağını tanrılara bağlamaları gibi Parmenides de felsefesini Helios’un bakire kızları yardımıyla ulaştığı tanrıça Dike yardımıyla sağlamlaştırmıştır. Ksenophanes ise büyük çoğunlukla din ile ilgilenmiştir. Yunanın insan biçimci tanrılarına karşı çıkmıştır ama onun yerine panteist özellikli bir tek Tanrı’yı yani Bir’i koymuştur. Çok da uzatmaya gerek görmeden ilk söylediğimizi sonda tekrar ederek bitirelim: Antik Yunan’ın filozofları mithos’tan logos’a geçişi tamamıyla gerçekleştirmemişlerdi ancak bir geçiş formuydular.

İşte Empedokles bu örneklerden biriydi. Ancak Pisagor ve Empedokles’i hariç tutarsak diğer filozofların kendilerini tanrı katına çıkarttıklarını pek göremeyiz. Pisagor için “θεῖος ἀνήρ” yani “tanrısal adam” tabirinin kullanıldığını hatırlayın. Yaşadığı dönemde insanlar Pisagor’u bu şekilde nitelendirirlerdi. Empedokles ise kendisinin bir tanrı olduğunu iddia edecek kadar ileri gitmiştir. Pisagor’un takipçilerinin, Pisagor’un öldükten sonra bir tanrıya dönüştüğüne inanmaları gibi burada da neredeyse kesin olarak bir şarlatanlık görüyoruz. Aydınlanmacı bir tutumdan tamamen uzaklardı ve bunun yerine kendilerini yüceltmek ve eylemlerini kalıcı kılmak için tanrısallığa başvuruyorlardı.

Empedokles’in doğduğu ve yaşadığı dönem hemen hemen diğer tüm antik çağ filozofları gibi şaibelidir ve farklı tarihler ortaya atılmıştır ancak en sık atıflanan tarihe göre konuşacak olursak onun yaklaşık olarak MÖ 44O yılında serpildiğini ve Aristoteles’ten öğrendiğimiz kadarıyla tam 60 yaşında öldüğünü söyleyebiliriz. Kendisi Sicilya’nın güney kentlerinden biri olan Akragaslıydı. Ailesi epey soylu, epey zengin, at yetiştiren, olimpiyatlarda ödüller kazanan bir aileydi. Belki bundandır ki Empedokles’in soyu sopu hakkında epey bir bilgimiz var ve hatta Nietzshe onun bir soy ağacını bile çizmektedir. Bunun yanında Empedokles, Antik Yunan’da demokrasi taraftarı olmakla çok nadiren gördüğümüz örneklerden biriydi. Sicilya o dönemde Tiranlık ile yönetiliyor olduğu için kendisi Tiranlık karşıtı tutum sergileyen bir demokrata dönüşmüştü.

Anaksagoras’tan daha genç olmasına karşın etkin olma bakımından Anaksagorastan daha önce etkin olmuştur. Bu nedenle Aristoteles, Metafizik adlı eserinde bu durumu anlatmak için şu tabiri kullanır: “Yaş bakımından Empedokles’ten önce ama iş bakımından sonra olan Anaksagoras.” (çeviri: Nur Nirven, Nietzsche, Platon Öncesi Filozoflar, pinhan yay.) Anaksagoras bakımından Empedokles’ten sonra gelir belki ama bu durum Empedokles’in ondan etkilenmesine mani olmamıştır gibi görünmektedir. Nitekin Ephesoslu Diodoros’a göre Empedokles, Anaksagoras’a özeniyordu. Bunun tek bir kişi özelinde olmasından da bahsedemiyoruz. Empedokles yaşamı boyunca ve özellikle ilk çağlarında Ksenophanes, Pisagor ve Parmenides’ten de oldukça etkilenmiştir ve hatta onlara özenmiştir.

Nitekim Theophrastos’a göre Empedokles, açık şekilde Parmenides’e özenmekteydi. Malumaliniz Parmenides şiir sanatıyla felsefesini kaleme almıştı ve Empedokles de bu yolu takip edecekti. Ondan sonra gelen Lucretius ise şiir sanatıyla felsefe yapmakta çığır açacak ve ikisini şiir kabiliyetiyle geçecektir. Hermippos ise Empedokles’in bir Parmenides taklitçisi olmasından ziyade bir Ksenophanes taklitçisi olduğunu aktarmaktadır. Parmenides’in de Ksenophanes’in öğrencisi olduğunu ve devraldığı Elea okulunda Ksenophanes’in Tanrı için kullandığı Bir’lik sıfatını varlığa uyguladığını göz önünde bulundurursak bu Hermippos’un demeye çalıştığı anlaşılabilecektir.

Alkidamas’ın aktardığına kulak verdiğimizde ise ondan şunu öğreniyoruz: Empedokles yaşayış stili ve davranış üslubu bakımından Anaksagoras ve Pisagor’u taklit ediyordu. Pisagor için “Mor Giysilere Bürünmüş Dalgalı Saçlı Samoslu” tabirinin uyduğunu biliyoruz çünkü Pisagor mor elbise ile özdeşleştirilmiştir. İşte Empedokles benzer şekilde olimpiyatlara altın kemerli mor elbisesi ile katılıyor ve başındaki çelengiyle, uzun saçlarıyla tam bir ulu önder pozu veriyordu. Nereye giderse gitsin hizmetçileri peşinden koşuyor ve insanlara Tanrı olduğunu ilan ediyordu. Yine burada bir tanrıya yakışır şekilde buyruklar veriyordu. Onun gözünde et yemek bir barbarlıktı ve kişinin kendi ailesinden birini yemesi gibiydi. Yaşayan ve nefes alan canlılar bir ve aynıydı. Burada da yine Pisagorcu tarikat öğretilerinin izini görmek çok rahattır.

Empedokles’in memleketi olan Akragas, çok uzun uğraşlar sonucu en sonunda demokratik bir yönetime kavuşmuştu ancak buradaki demokrasi çok sağlam temellere oturtulmamış olacak ki Empedokles’in babası öldüğünde eski tiranlık arzuları yeniden hayat bulacaktı. Empedokles ise bir demokrasi taraftarıydı ve Tiranlık yönetiminden neredeyse nefret etmekteydi. O dönemde yönetimde olan Binler Meclisinin üyelerinden kuşkulandığı için birkaç üyeyi ölümle cezalandırmış ve en nihayetinde üyelerden çekindiği için Binler Meclisini dağıtarak varlığına son vermiştir. İşte Empedokles’in bu siyasi yaşamı içerisinde kazandığı bazı ikna ve yönlendirme yetenekleri onu iyi bir hatip ve retor yapmıştır.

Aristoteles, Zenon’u nasıl diyalektiğin kurucusu saydıysa Empedokles’i de retoriğin ve hitabetin kurucusu olarak kabul etmiştir. Hatırlarsanız daha önce Retorik ve İkna adında bir video hazırlamıştım. Orada retoriğin tarihinden başlamıştık. Sonrasında retoriğin adının geçtiği yerde ismi anılmazsa olmaz dediğimiz Gorgias’tan bahsetmiştim. Gorgias da Sicilyalıydı ve bir sofistti ama aynı zamanda Empedokles’in öğrencisiydi. Muhtemeldir ki Gorgias, bu hitabet yeteneklerini hocası Empedokles’ten edinmiştir ve elçilik görevi için gittiği Atina’da çok kısa sürede büyük bir şöhret kazanmasını Empedokles’e borçludur.

Empedokles, bir tanrı olduğunu duyurmuştu ve bununla beraber epey merhametli bir tanrılık yapmış gibi gözükmektedir. Her canlının birliği felsefesi onu acı çekenin yanında olmaya sevk etmiştir. Acı çekenin acısı dindirilmeli, derdi olanın derdi çözülmelidir. Demokrasiyi de muhtemelen bu sebeple savunuyordu. Ona göre bütün canlıların eşitliği esas olmalıydı. Retorik ve hitabet yeteneğiyle insanları bu eşitliğe ikna etmekte de başarılıydı. Hatta siyasi yaşamında bu hitabetiyle o denli ün salmıştı ki insanlar ona gerçekten hayranlık besliyordu. Zengin ve soylu olması elbette bu durumu kolaylaştırıyordu çünkü fakirleri bu nedenle rahatlıkla doyurabiliyordu. Bireyler arasındaki refah farkını azaltmak ve hatta eşitlemek onun için bir misyondu. Günümüz tabiriyle tam bir sosyal demokrat olduğunu söylemek çok yanlış olmayacaktır bu nedenle. İnsanlar ona krallık vermek istediklerinde bunu reddetmesi de bunu destekler nitelikte olacaktır.

Empedokles, Akragas’ta yaptığı onca işten sonra artık bir yolculuğa çıkmayı arzular. Yunan dünyasının birçok şehrinde bulunur ve gittiği her yerde bir etki yaratmayı başarır. Gittiği yerlerde kah bir veba salgınını önlüyor kah bir şehri kuraklık ve kıtlıktan kurtarıyordu. İnsanlar artık ayaklarına kapanıp onu tanrı diye anıyorlardı. Ölümü hakkında ise bazı farklı anlatımlar vardır. Bir anlatıma göre Peloponnesos kentinde normal bir şekilde ölmüştür. Ancak başka bir anlatımda yine onun tanrısal bir özelliğini görüyoruz. Buna göre Empedokles uzun yaşamı sonucunda artık bir ölümlü değildir ve bir tanrıya evrimleşmiştir. Ancak tanrılar nasıl ölebilirlerdi ki? ya da o diğer tanrıların yanına nasıl gidecekti? Kendi tanrılığını kanıtlamak zorundaydı ve bu nedenle Etna yanardağına atlamıştır.

Bilime Katkısı

İşin en başında Empedokles’in farklı özelliklerine değinerek başladık. Buna göre dedik ki Empedokles bir filozof, bir bilim adamı, şair, peygamber ve hatta kendi iddiasıyla tanrıydı. Şimdi Empedokles’i bir bilim adamı olarak ele alalım. Neticede hayatı boyunca her gün “ben tanrıyım” diye diye gezmemiştir. Bugünkü bilim anlayışımıza bile uyan ve hatta bazı açılardan muazzam keşifler diyebileceğimiz bilimsel işlere de imza atmıştır. Her şeyden önce Empedokles kendisinden öncekilerin algılayamadığı bir şeyi algılayarak ve keşfederek başlamıştır. Ona göre hava tamamen ayrı bir madde ve elementti. Bu şüphesiz ki bilim tarihi açısından müthiş bir keşiftir ve hatta bilim için bir katkıdır. Evinizde veya ortaokul fen dersinde şu deneyi mutlaka yapmışsınızdır. Bir kabı veya bir sepeti ders yüz olmuş şekilde ağız kısmı yere tamamen paralel olacak şekilde suya daldırırsanız, kabın içerisinin hiç ıslanmadığını görebilirsiniz.

İşte Empedokles, bu deneyi insanlık tarihinde ilk defa başarıyla uygulamış, deneyi yaptıktan sonra sonuçlarını bilimsel bir perspektifle kaydetmiş ve doğru çıkarımı yapmıştır. Ona göre sepetin veya kabın içerisine hiç su girmemesinin sebebi, kabın içerisinin zaten dolu olmasından, hava ile dolu olmasından, kaynaklanmaktadır. Bunun dışında muhtemelen Anaksagoras’tan etkilendiğinden astronomi ile de ilgilenmiş ve güneş ışığının dünyaya erişmesi için belli bir mesafe katettiğini ancak bunu çok hızlı katettiği için gözlemleyemediğimizi düşünmüştür. Güneş tutulmasının da ayın muhtemel blok hareketlerinin sonucunda gerçekleştiğini düşünmüştür. Bilime katkısı ve ilgisi bununla da sınırlı kalmamış ve İtalya Tıp Okulunun kurucusu olmuştur. Onun gibi varlıklı ve soylu biri için muhtemelen bu çok zor olmamıştır.

Empedokles’in Parmenides ve Parmenides’in varlık anlayışından etkilendiğini daha önceden söyledik. Buna göre Empedokles de aynı şekilde varlığın bir ve değişmez olduğunu söylemiştir ve boşluğun ya da yokluğun olmadığını savunmuştur. Ancak Parmenides ile olan fikir birlikleri buraya kadardır. Empedokles devamında varlıkların var oldukları form içerisinde değişim yaşayabileceğini ve oluşun da bu nedenle bu düzeyde mümkün olduğunu düşünmüştür. Başka bir deyişle elementler birleşip ayrılırken bir oluş ve değişim yaşarlar ancak bu onların yokluğa karıştığını ve yokluktan başka bir varlık ortaya çıktığı anlamına gelmez. Nitekim Empedokles, kendisinden önce yapılan tüm arkhe fikirlerini eklektik bir üslupla birleştirmiş gibi görünmekte ve bunlarla yeni bir varlık felsefesi ortaya koymaktadır.

Ona göre var olan her şey dört temel ilkeden meydana gelmiştir. Bunlar sırasıyla su, hava, ateş ve topraktır. Var olan her şey bu ilkelerin belli oranlarda karışması sonucu meydana gelmektedir ve ayrılıp birleşmeye devam edecektir. Ancak akla şöyle bir soru gelebilir: Sadece dört ilke varsa bu ne kadar sayıda varlık meydana getirebilir ki? Matematik dilinde ufak bir kombinasyon hesabı yapacak olursak dört ilkenin dördü birleştiğinde dördün dörtlü kombinasyonu sonucu ortaya yalnızca tek bir madde çıkacaktır. Dört ilke üçerli olarak kombine olursa dördün üçlü kombinasyonu sonucu ortaya dört adet farklı madde çıkacaktır. Dört ilke, ikişerli kombine olduğunda altı ve dört ilke ayrı olarak kombine olduğunda ise yine dört adet madde ortaya çıkacaktır. Esasında ufak bir üslü sayı formülüyle 2 üzeri n förmülünden n ifadesi yerine dört yazarak kısa yoldan 16 farklı maddenin bu kombinasyon sonucunda meydana gelebileceğini söyleyebiliriz.

İşin matematiksel kısmı bu şekilde ancak etrafımıza baktığımızda sayabileceğimiden de fazla farklı varlığın olduğunu görebiliyoruz. Bu durumda gerekli olan ileri açıklama nasıl olmalıdır? Esasında bu soruyu Empedokles’e doğrudan sorabilme ihtimalimiz olsaydı muhtemelen şu şekilde açıklayacaktı: Dört ilke olmasına karşın her ilkenin farklı miktarda karışımıyla ortaya sayısız farklı varlık çıkabilir. Mesela rastgele örnek vermek gerekirse bir ağacın varlık olarak ortaya çıkması için 3 hacim su ilkesi, 1 hacim hava ilkesi, 1 hacim ateş ilkesi ve 2 hacim toprak ilkesinin birleşmesi gerekir. Bu örneği konuyu aydınlatmak için veriyorum tabi ki yoksa Empedokles böyle bir örnek vermiyor. Ancak Empedokles çok daha can alıcı ve ikna edici bir örnek verir. Ona göre nasıl ki ressamlar ellerindeki ana renkleri farklı oranlarda karıştırıp yeni renkler üretiyorlarsa ve bu sayede etrafta görebildiğimiz tüm varlıkların renklerini resmedebiliyorlarsa varlıklar da dört ilkenin farklı oranlarda bir araya gelmesiyle sayısız şekilde kombine olabilmektedirler.

Buradan itibaren akla başka bir soru gelmektedir: Dört unsur ya da dört ilke hangi koşullarda birbirleriyle bağ kurup birleşecek ve yine hangi koşullarda bu bağlar kopacak ve ayrılacaklar? Empedokles lügatımıza iki tane yeni ilke sokarak bu soruya cevap verir. Cevap φιλία (philía) ve Νεῖκος (Neikos) ile yani sevgi ve nefret ilkeleri ile verilir. Buna göre varlıkların oluşması için bu dört unsuru birbirine bağlayan ilkenin varlığı gereklidir ve yine benzer şekilde varlığın çözülmesi ile eski haline gelmesi için nefretin varlığı zorunludur. Sevgi yalnızca birleştirmek ister. Nefret ise daima var olan durumu ayırmak ve bozmak ister. Bu iki ilke bir mücadele içerisinde bulunmaktadır.

Her şeyin ilk anına gittiğimizde yalnızca bir sukunet buluruz. Tüm ilkeler birliktedirler ve henüz bir karışma olmamıştır. Bu nedenle bu döneme sevgi hakimdir. Diğer bir uçta ise yalnızca nefretin hakim olduğu ve her ilkenin birbirinden ayrı bulunduğu bir ayrılma dönemi vardır. Bu ikisi arasındaki geçişlerde ise kısmen sevginin etkin olup farklı ilkeleri birleştirdiği kısmen de nefretin etkisiyle ayrılmaların olduğu dönemler vardır. Empedokles bu felsefesinden bir ahlak kuramı da yaratmıştır. İnsanın ilk an olan sevgi anından kopuşu nedeniyle nefret tarafından cezalandırıldığını düşünmüştür. Yapılması gereken şey, insanların iyilik yaparak sevgi seviyesine yükselmesi yani tanrı seviyesine yükselmesidir. Buradan itibaren Pisagorcu ya da Orpheusçu ruh göçünden de etkilenmiş gibi görünmektedir. İnsanlar sevgi dolu eylemlerle ruhlarını tanrı makamına yükseltene dek bu ruh göçünde dolanacaklardır.

Sonuç

Empedokles, bir devrin kapanışı ve yeni bir devrin başlangıcı arasındaki bir geçiş insanıdır. İlk çoğulcu materyalist olması nedeniyle kendinden sonra gelecek olan Atomcuların da ilk örneğidir. Nitekim Empedokles ile birlikte monist materyalist anlayış yani her şeyin yalnızca tek bir tözden oluşması anlayışı son bulacak ve varlıkları oluşturan ilkenin ya da ilkelerin birden fazla olduğu görüşü ortaya çıkacaktır. Kendisi bu nedenle karakter ve düşünce biçimi olarak tam bir ara form gibi yaşamıştır. Nietzsche’nin tabiriyle O, “Hekimle büyücü, şairle retorisyen, tanrıyla insan, bilim adamıyla sanatçı, siyasetçiyle kahin, Pisagor’la Demokritos arasında gidip gelir.”

KAYNAKÇA:

  • Platon Öncesi Filozoflar, Friedrich Nietzsche, Pinhan Yayıncılık, 2. Basım, Mart 2019, çev: Nur Nirven, SYF: 269–283
  • History of Western Philosophy: And Its Connection with Political and Social Circumstances / Bertrand Russell, Second Impression 1947, London, George Allen and Unwin LTD, Pages: 72–76
  • Antikçağ Felsefesi, Çiğdem Dürüşken, Alfa yay, 4. Basım, Temmuz 2020, syf: 111–118

--

--