Kendini Bil! Öz-bilinci Nasıl Geliştirmeli?

REVAN
9 min readOct 22, 2022

Başlamadan evvel bu yazının bir de video versiyonunun olduğunu belirtmek istiyorum. Linkini şuraya bırakmış olalım: https://youtu.be/dPBNi_rAMP8

Başlıktan da anlaşıldığı üzere bir felsefe konusu olarak kendini bilmekten ve bunun nasıl geliştirilebileceğinden bahsedeceğiz. Ancak bunu inceleyebilmek o kadar da kolay olmayacak bunu baştan söyleyeyim. Bir örnekle bu zorluğu ifade etmek gerekirse felsefe tarihi boyunca kendini bilmekten ve bunun öneminden bahsedilir ancak aydınlanma çağı olan 18. yüzyıla kadar bununla ilgili bir doktrin ortaya atılmamış ya da bir açıklama yapılmamıştır. Nedir ki kendini bilmek? Uzun bir düşünme serüveninin sonucunda ortaya çıkan bir şey midir, Buda gibi yıllarca meditasyon yaptıktan sonra ortaya çıkan bir aydınlanma biçimi midir, bir öğretmenin dizinin dibine oturup yıllarca eğitim gördükten sonra varılan bir mertebe midir? Bana kalırsa bunların hiçbiri değildir.

Kendini bilmenin ne olduğundan ve praksislerinden bahsedebilmek için isterseniz öncelikle farklı bakış açılarıyla bu konuyu irdeleyelim. Daha önce Herakleitos’u anlatmıştık ve orada kendisine ait bir fragman paylaşmıştık. Buna göre Herakleitos, “Ἐδιζησάμην ἐμεωυτόν” demekteydi yani Türkçe çevirisiyle kendimi araştırdım ya da bununla bağlantılı olarak kendimi keşfettim demekteydi. İngilizce çevirisinde I searched myself şeklinde çevrilmiştir. Başka bir çeviride ise I have sought for myself şeklinde çevrilmiştir. Esasında tüm çeviriler aynı kapıya çıkmaktadır. Burada Herakleitos tüm felsefe tarihinin önemli sorunlarından birine işaret etmiş ve bu bilgi alanını itinayla başardığını söylemektedir.

Herakleitos, Ephesos kentinin yerlilerinden kaçmak için Delphoi tapınağına sığınmış ve orada bir tür inzivaya çekilmiştir. İnziva süreci için orayı seçmiş olması zannediyorum ki bir rastlantı değildi çünkü o tapınağın girişinde altın harflerle “γνῶθι σεαυτόν” yazmaktaydı. Bu tümce Türkçe’ye “Kendini Bil” şeklinde çevrilmektedir. Kendini bilmek Herakleitos’tan itibaren ya da Delphoi tapınağındaki o yazıdan itibaren ve belli ki çok daha öncesinden itibaren Yunanlı entelektüel zihinlerin ilgi odağı olmuş ve felsefe tarihinin de en köklü tartışma konularından biri olmuştur. Nitekim Socrates’e “Bütün felsefi tartışmaların özeti nedir?” şeklinde bir soru yöneltseydiniz duyacağınız muhtemel sözcükler bunlar olurdu: Kendini bil!

Peki bu kendini bilme ya da kendini arama süreci salt bireysel bir süreç midir? Bu sürecin içerisine ilahi özellikler giremez mi? Platon’nun etrafımızda gördüğümüz nesneleri birer δόξα yani birer sanı olarak görmesinden beri, Plotinos’un Demiorgos’u yani Tanrıyı aklın üstüne koymasından itibaren ve bu düşünce tarzının Hristiyan felsefesine aksetmesinden itibaren kendini bilmek bir şekilde Tanrı’yı bilmek ile yer değiştirmiştir ve kendini bulmak Tanrı’yı bulmaya dönüşmüştür. Nitekim Aziz Agustinus’un hayatı Tanrı’yı arama ile geçmiştir. Ancak bundan da evvel bu düşünce şekli zaten Eski Ahitte yazıyordu. Eski Ahit’in Yeramya kitabında şu ifadeler geçmektedir:

Beni arayacaksınız, bütün yüreğinizle arayınca beni bulacaksınız.

(Yeremya 29:13)

Demek ki kendini bilmenin ön koşulunun Tanrı’yı bilmek olduğu çok daha önce insanlığın inanç tarihinde mevcuttu ancak bu bir düşünme şekli değildir daha doğrusu bir akletme biçimi değildir bu nedenle felsefenin konusu da olamaz. Bir kutsal kitaba inandığınızda o kutsal kitabın tanrısını da kabul ediyorsunuz demektir. Bir tanrıya inandığınızda ise onu bundan sonra nerede arayacaksınız ki? Zaten inandığınız dinin kutsal kitaplarında özellikleri ve istedikleri yazılı halde olacaktır. Tanrıyı arama ve bulma sürecinin inanmaya başlama sürecinden önce olduğunu düşünsek bile yine bu bir düşünsel süreç olmayacaktır çünkü Tanrı’yı nerede arayacaksınız? Benim de genç yaşlarımda yaptığım gibi onu satır aralarında, mabetlerde, ya da sokaklarda mı arayacaksınız? Bu rasyonel bir eylem sahası oluşturmadığı gibi çok geçmeden onu bulmak için durmadan dua etmeniz gerektiğini ya da sık sık meditasyon yapmanız gerektiğini söyleyen inançlı ve itikatlı kimseler tek gerçek muhataplarınız haline gelecek.

Tanrı bir materyal değildir o bir ideadır bu nedenle onunla ilgili tüm bildiklerimiz soyut ve ruhani bir formdadır. Bu nedenle Tanrı’yı aradığınızı söylediğinizde yerinizden kalkıp onu dışarıda arayamadığınız için vecdle oturup onun üzerine düşünmeye başlarsınız ve onu zihninizdeki en yüksek tahtta konumlandırırsınız. Onunla ilgili anlatılan her şeye iman eder ve yapılması istenen ritüelleri gerçekleştirirsiniz. Ancak unutulmamalıdır ki bu bir düşünme süreci değildir bu bir inanma sürecidir.

Dolayısıyla biz burada kendini bilmeyi yalnızca düşünsel ve bilimsel olarak ele alacağız. Bundan öncesini insanlık olarak denedik ve bir arpa boyu yol alamadık. Kendini bilmek denince akla yavaş yavaş ve tane tane konuşan ve her şeyin sırrı iki dudağının arasındaymış gibi davranan Hintli Guru’ları, Katolik papazları ve diğer dini önderleri gördük ve cevapların burada olmadığını biliyoruz. Oysa kendini bilmek bireysel bir süreçtir ve aynı ölçüde bireysel bir çaba gerektirir.

Benim burada kendini bilmeye dair sarf edeceğim tüm çaba üç destek üzerine oturtulacak. İlki Halil Cibran’a ait bir bakış açısı, ikincisi Kant’ın “Aydınlanma Nedir?” makalesi ve üçüncüsü ise Freudyen Psikolojidir. Öyleyse Halil Cibran’nın kendini bilmeye dair sahip olduğu bakış açısı ile başlayabiliriz. Halil Cibran kendini bilmeyi merkezden başlayıp dışarıya açılan bir faaliyet olarak görmez yani kendini bilmek yapılması gereken ilk eylem değildir. Kendini bilmekten önce ve kendini bilmek için kişinin kendisi dışındakileri bilerek başlaması gerekir. Bu sayede kendi sınırlarını bildiğinde kendini de bilmiş olacaktır.

Bana, “Kendini bilirsen, herkesi de bilirsin, ” diyorlar. Ve ben de, “Eğer onları bulursam, kendimi de bulacağım, ” diyorum. (Halil Cibran)

Aslında bakacak olursanız bunun da deneme sahası oldukça soyuttur çünkü sözü söyleyip kişiyi dünya ile baş başa bırakmaktadır. Kişi kendini bilmezden evvel dünyayı nasıl bilecektir. Dahası dünyayı bilmek ya da onları bilmek ne demektir? Ekonomik sistemin nasıl işlediğini anlamak mıdır, insanların birbirlerine nasıl davrandığını çözmek midir, hayatın acımasız ve kötücül olduğunu keşfetmek midir, nasıl para kazanılacağını öğrenmek midir yani tam olarak ne şekilde dünyayı öğrenmekten bahsedilmektedir? Bu şekilde birkaç soru sıralandığında bu düşünce şeklinin de epey soyut olduğu ve uygulama açısından bir ilke sunmadığı görülmektedir ancak yine de diğer ikisi ile birlikte bu ilk yol bir boşluğu dolduracak ve işe yarar hale gelecektir.

Dolayısıyla Halil Cibran’ın bakış açısından en azından şunları öğrenebiliriz. Kendini bilmek bireysel bir yolculuktur ancak kişinin sadece kendisini referans alarak edinebileceği bir yetenek değildir çünkü kişinin tam olarak nerede durduğunu anlayabilmesi için başkalarının nerede durduğunu bilmeye de ihtiyacı vardır. Bunu örneklendirmek için bir metafor kullanalım. Hayal edelim ki tüm evrende yalnızca tek bir cisim var. Bu cisim hakkında herhangi bir yargıya varabilir miyiz? Hayır, çünkü tek başınadır. Mesela onun rengini söyleyemeyiz çünkü başka renkler yoktur ve onun sahip olduğu renk hiç karşılaştırılmamıştır dolayısıyla böyle bir bilgi de olmayacaktır. Uzunluğu hakkında da yorum yapamayız çünkü o tek uzunluktur. Dolayısıyla bu şekilde düşündüğümüzde Halil Cibran haklı olarak anlaşılabilecektir. Kişinin kendisi hakkında herhangi bir yargıya veya bilgiye varabilmesi için başka nesnelerin bilgisine ihtiyacı vadır.

Daha da açmak için kendimden bir örnek vereyim. Ben daha genç yaşlardayken ve özellikle lise yıllarındayken yürüdüğüm zaman omuzlarım sağa ve sola sallanacak şekilde yürüyordum. Bunun farkına varabilmem ise epey uzun zaman aldı çünkü ben bana göre normal bir yürüyüşle yürüyordum ancak bunu ilk fark eden birkaç arkadaşım bana sallanarak yürüdüğümü söylediler. Ben ise hala abarttıklarını söylüyordum ve normal şekilde yürüdüğümü iddia etmeye devam ediyordum. Bir zaman sonra çalınan bir eşyamı bulmak için güvenliğe mobese kamerasını kontrol etmek için bir ricada bulununcaya kadar. Kamera kayıtlarını geri sardığımız sırada kamera bir yerde benim kendi halimde yürüdüğüm bir zamana sarıldığında küçük bir şok geçirmiştim çünkü gerçekten de ben sallanarak yürüyordum. Ancak bunun bilgisine sahip olabilmek için kendimle yaşıyor olmam yetmemişti. Hem arkadaşlarımın fikirleri hem de o kamera kayıtları gibi dış etkenlere ihtiyaç duymuştum.

Bu kısa hikaye vasıtasıyla Halil Cibran’nın bakış açısı için sosyal bir deney de yaptığımıza göre şimdi ikinci yol olan Kant’ın “Aydınlanma Nedir” adlı makalesinde bahsettiği temel noktaya geçelim.

Kant

Aydınlanma Nedir? Immanuel Kant

Immanuel Kant’ın bu makalesi kişinin aydınlanamaması ve bununla bağlantılı olarak kendini tanıma evresine geçiş yapamamasının ana sebeplerini anlamamız bakımından bize epey yarar sağlayacak. Kant’a göre aydınlanamama bir çeşit öz-mahkumluktur. Yani kişinin kendi elleri ile kendisini esaret altına almasıdır. Bu sebepten dolayı yani kişinin kendi kusurlarından dolayı aydınlanma gerçekleşmez. Kant’a göre aydınlanma kişinin bu esaretten kurtulması olduğuna göre ve kişinin kendini bilmesi de bir çeşit yükselme ve yüksek farkındalık kazanması olduğuna göre kendini bilme çabası ile aydınlanma çabası hemen hemen aynı çabadır diyebiliriz. Bu nedenle aydınlanmaya dönük atılan her adım kişinin kendini bilmeye dönük attığı bir adımdır.

Immanuel Kant, yazdığı makalenin ilk cümlesinde aydınlanmanın ne olduğunu anlatarak başlar. Almanca bilmediğim için İngilizce versiyonu ile veriyorum ancak İngilizce çevirileri birkaç farklı kaynakta birkaç kelime değişikliği ile beraber yayımlanmıştır ve umuyorum ki bu farklı bakış açıları bizim bu ifadeyi daha iyi anlamamızı sağlayacak. Şu şekilde üç farklı çeviri görebilmekteyiz:

  • Enlightenment is man’s release from his self-incurred tutelage.
  • Enlightenment is mankind’s exit from self-incurred immaturity.
  • Enlightenment is man’s emergence from his self-incurred immaturity.

Burada kullanılan kelimeleri iyi çözümlersek bu fikirleri iyi bir şekilde Türkçe’ye kazandırabiliriz diye düşünüyorum. İlk çeviride gördüğümüz şey şudur: Aydınlanma kişinin kendinden kaynaklanan vesayetten salınmasıdır. Yani kişinin kendi kendisinin vasisi olması durumundan serbest kalışıdır. Buradaki “tutelage” kelimesinin aşağı yukarı vesayet şeklinde çevrilebileceğini söylersek şöyle bir şey ortaya çıkar. Biliyorsunuz ki Türkçe’de “Vesayet altına alma” şeklinde bir kullanım vardır ve Türk Medeni Kanunu’nda bununla ilgili kanunlar vardır. Bunu hukukçular daha iyi bilir. Mesela şöyle bir örnek verelim: Diyelim ki yaşı küçük olduğu için kendi mal varlığını koruyamayacak bireyler kendilerine bakamayacakları için onlara bir vasi atanabilir ve bu birey ergin hale gelene kadar bu vasiye bir şekilde bağlıdır. Ancak ergin hale geldiğinde yani reşit olduğunda bu vesayeti ortadan kaldırma hakkına da sahiptir. Dolayısıyla ilk çeviride gördüğümüz bakış açısı kişinin aydınlanma ile birlikte kendi kendisinin vesayetinden salınmasıdır.

İkinci çeviriyi de Türkçe’ye şu şekilde kazandırabiliriz: Aydınlanma kişinin kendinden kaynaklanan olgunsuzluk halinden çıkışıdır. Gördüğümüz üzere iki kelime değişti ve bu iki kelime cümlenin bakış açısını bir miktar değiştirecektir. İlkin göze çarpan şey salmak, serbest bırakmak anlamındaki “release” kelimesi yerine çıkmak,çıkış anlamına gelen “exit” kelimesinin kullanılmasıdır. İkincisi ise vesayet olarak çevirebileceğimiz “tutelage” kelimesi yerine olgunsuzluk hali olarak anlayabileceğimiz “immaturity” kelimesi kullanılmıştır. Dolayısıyla burada aydınlanma birden bir olgunsuzluk halinden çıkışa dönüştü. Kişinin kendi kendine oluşturduğu bir olgunsuzluk halinden.

Üçüncü çeviride ikincisine nazaran yalnızca bir kelimenin değiştiğini görüyoruz ve kullanılan yeni kelime “emergence” kelimesidir. Esasında bunu da çıkış olarak çevirebiliriz ancak burada farklı türde bir çıkıştan bahsediliyor. Bir tohumun filizlenirken toprağın altından çıkışı gibi bir çıkış bu ya da bir kelebeğin kozasını delerek çıkması gibi bir çıkış olduğunu söyleyebiliriz. Demek ki burada da aydınlanma kişinin kendi kendine yarattığı olgunsuzluk halinden dışarıya çıkışı ya da üstüne çıkışı olarak yorumlanıyor.

Bundan sonra Kant bu vesayetin ya da olgunsuzluk halinin ne olduğunu anlatmaktadır ve şöyle demektedir: Vesayet ya da olgunsuzluk hali, kişinin başka bir otoriteye başvurmadan kendi anlayışını kullanamama yeteneksizliğidir. Dolayısıyla kişi kendi anlayışını ya da kendi aklını kullanamadığı için ve buna bir korkaklık ve tembellik eşlik ettiği için bu vesayettedir ve çıkamamaktadır. Bundan sonra Kant o muhteşem ifadeyi kullanmaktadır: Sapere Aude! yani bilmeye cürret et! Bu motto aydınlanmanın mottosu olacaktır.

Korkaklık ve tembellik kişinin kendi elleriyle yarattığı o karanlıktaki dünyada daha fazla kalmasını sağlar ve bu kişi durmadan mazeretler üretecektir. Benim tefekkür etmeme gerek yok odamın duvarının en üstüne asılı olan bir kitap benim yerime tefekkür edebilir, düşünüp sorgulamama gerek yok mahallemdeki din adamı bunu benim yerime yapmaktadır, bilim adamları benim hiçbir zaman yapamayacağım deneyleri benim için yapmakta ve doktorlar benim anlayamadığım hastalıkları benim için anlamakta ve iyileştirmektedir. Dolayısıyla benim başımı derde sokmama hiç gerek yok, düşünmeye ihtiyacım yok, eğer bir ürünün fiyatını ödeyip satın alabiliyorsam üretmeme de gerek yok. Kişi bu ve buna benzer tonlarca bahane üretir ve bu tembellik ve korkaklıktan kaynaklanan vesayetten bir türlü çıkamamaktadır.

Kısa bir özet yapıp kendini bilme üzerine başlattığımız bu sürecin ilk etabını bitirelim.

  • Kendini bil! tümcesi antik Yunandan beri ve belki de ondan da önce insanlığın düşünce mirasının en önemli kısımlarından birini oluşturmaktadır. Delphoi tapınağındaki o sihirli sözcükler yalnızca orada kalmamış düşünürlerin zihinlerinde defalarca işlem geçirmiştir. Kişinin kendi grubundan, kabilesinden, toplumundan ayrıksı olan bu hamle ile kendine dönüş yapması ve kendine dair bir keşif yapması felsefi bir değer taşımaktadır. Herakleitos kendimi sorguladım şeklinde bir nidaya sahiptir. Bu durum Sokrates’e intikal ettiğinde Socrates bütün felsefi tartışmaları kendini bilme çabası olarak özetlemiştir.
  • Kendini bilme süreci yalnızca bireysel bir çaba ile mümkün olabilir ve işin içine ilahi özellikler giremez çünkü ilahiyatın olduğu yerde birey kendini küçültmek zorunda kalır ve kendisinden üstün olan varlığı yüceltip kendini alçaltmaya devam ettiğinde kendisi dışındaki ve kendisinden çok farklı olan uygulamaları deneyimlemiş olur. Kendini bilme süreci düşünsel ve pratik bir süreçtir ancak ilahi özelliklerin işin içine girmesi düşünsel süreci sonlandırmakta ve bunu bir inanma süreci haline getirmektedir.
  • Bütün bunların dışına çıkıp kendini bilme sürecinin nasıl mümkün olabileceğini sorguladığımızda bunu üç temel üzerine inşa edebiliriz. İlki Halil Cibran’a ait bir düşünme şeklidir. Bu düşünme şeklinde kendinizi tanımaya öncelikle sizinle ilişkili olan dışsal unsurları incelemek ile başlarsınız ve merkezden dışarıya bir biliş değil de dışarıdan merkeze doğru bir bilişle bunu yaparsınız. İkincisi Kant’a ait aydınlanma tanımıdır ve bu tanım vasıtası ile kendini bilme yolculuğunda tembellik ve korkaklığın yenilmesidir. Üçüncüsü ise Freudyen Psikolojidir. İnsan doğasını, kişinin davranışlarındaki ana sebepleri bu yolla rasyonalize edebiliriz ve bu yolla kendimizi bilme yolculuğuna en azından başlayabiliriz.

Bu süreç elbette çok kısa bir süreç olmayacaktır ve bunu tek bir etapta bitirebileceğimizi zannetmiyorum. Bu ilk etapta Bahsettiğimiz üç temelde ilk ikisine yer verdik. Başka bir yazımızda psikolji bilimini kullanarak bazı uygulamalarla ve pratiklerle davranışlarımızın sebeplerini inceleyeceğiz ve bu yolla kendini bilme yeteneğimizi arttırmaya çalışacağız. O zamana kadar kendinize iyi davranın. Selamlar ve sevgiler.

--

--