Tanrı, Ahlak ve Din Üzerine Bir Düşünme Serüveni

REVAN
33 min readMar 3, 2022

Bu yazıyı yazmak benim için en değerli varlık olan zamanın gereksiz harcanmasından başka bir şey değil. Aslında doğru olan şey, hiçbir zaman bu tür konulara vakit harcamamaktır. Mesela bu konuya ayırdığım vakti Das Kapital üzerine bir çalışma yapmak için kullanabilirdim. Bu kesinlikle daha mantıklı ve daha makul olurdu. Ancak işler her zaman bu şekilde yürümüyor. Doğal olarak bir toplumun içinde yaşıyoruz ve her toplumun belli normları ve belli inançları vardır. Bu nedenle istesek de istemesek de bunlara maruz kalıyoruz. Mesela özellikle son dönemde çok sık şekilde şu türden laflara maruz kaldım:

  • Siz inanmayanlar zannetmeyin ki kurtulacaksınız. Allah size mühlet veriyor ama eninde sonunda cehenneme gideceksiniz.
  • Bak ölünce göreceksiniz. Ahirette her şey ortaya çıkacak zaten.
  • Şu inançsızlar ne kafasız insanlar. Zaten akıllı olsalardı Müslüman olurlardı. Müslüman olmayan insanın aklından şüphe etmek lazım.

Bu ve buna benzer laflarla ortalıkta gezen ve sırf bir dine inanıyor diye kendini akıllı zanneden insanları gördüğümde biraz durdum ve ne yapabiliriz diye düşündüm. Hatta bunları bir kenara bırakalım, gayet de zeki olduğunu gördüğüm bazı insanların bile konu dine ve inanca geldiğinde ilkel bazı argümanlarla hareket ettiğini gördüm. Mesela kendisine niçin inandığını sorduğum zeki bir arkadaşım bana Pascal’ın Kumarını oynayarak şunu dedi: “Tanrı varsa ben ona inandığım için mükafatlandırılacağım ama yoksa bir şey kaybetmem. Bunun yanında, eğer Tanrı’ya inanmazsam ve yarın öldüğümde Tanrı’nın gerçekten de olduğunu görürsem sonsuz bir azapla cezalandırılacağım. Ben bu riski neden alayım?”

Bütün bunlardan sonra, burada bir sorun var o yüzden birinin sorumluluk alıp bunları anlatması lazım şeklinde düşündüm ve bu yazıyı yazmaya karar verdim. Fakat dediğim gibi bu yazıyı yazmak kesinlikle bir vakit israfıdır çünkü bunu yapacağıma Das Kapital ile ilgili yazsaydım en azından ait olduğum camianın yani Sosyoloji camiasının nezdinde değerli görülen bir iş yapmış olacaktım. Ama gene de ziyanı yok belki de bu sayede insani görevimizi yerine getirir ve vatandaşlarımıza fayda sağlayabiliriz. Umarım bu yazıyı sonuna kadar okur ve aydınlanırsınız. Ve umarım bu tür konulara ayıracağınız vakti en hakiki mürşit olan bilime ve fene ayırırsınız veya sanat ve felsefe gibi alanlara bu vakti harcar da ülkenize ve insanınıza daha faydalı olursunuz.

Bu yazıyı sonuna kadar okuduğunuzda neyin ne olduğunu az veya çok anlamış olacaksınız. Sizce bu çok mu iddialı? Karşı tarafta duranların iddiaları kadar değil. Bir dakikada evrimi çürütmek, doksan saniyede ateizmi çökertmek, on bir yaşındaki bir çocuğa bazı cümleler ezberletip sonrasında bakın bir çocuk bile ateizmi çökertiyor şeklinde gösteriş yapmak veya pilot kalemle Allah’ı kanıtlamaya benzemeyecek benim anlattıklarım. Size de ilginç gelmiyor mu? Bu tür videolar yapan insanlar, neden her seferinde çok kısa süre içerisinde işin içinden çıktıklarını göstermeye çalışırlar? Bilgi düzeyleri o kadarcık şeye müsaade ediyor da ondan. Belli kitaplardan ezberlenmiş pasajları her konuşmada ve her videoda geviş getirir gibi tekrar tekrar konuşmak, akıllı görünmek veya güçlü deliller getirmek değil ne kadar cahil olduğunu göstermenin yalnızca başka bir yoludur.

Benim bugüne kadar yazdığım yazıları takip edenler bilir ki ben Dinler Tarihi anlatırken yalnızca anlattığım dinin kaynaklarını kullandım. Kendi yorumlarımı işin içine asla katmadığım gibi herhangi bir dinin metinleri arasındaki çelişkileri gösterme gibi bir çabam da olmadı. Bugüne kadar birçok dini anlattım ve hepsinde de aynı yönteme sadık kaldım. Ben yine alışkanlıklarımdan ödün vermeyeceğim ve spesifik bir dinin metinlerindeki tutarsızlıkları veya tarihsel hataları ortaya çıkarma yoluyla bir eleştiri yapmayacağım ve zannediyorum zaten bu yol yaşadığımız ülkenin hukuk sistemi göz önünde bulundurulduğunda epey tehlikeli bir yol.

Ancak müthiş derecede özgür bir ülkede yaşıyor olsaydık da muhtemelen yine bu şekilde bir yol kullanmazdım çünkü her dindarın inançlarından ötürü saygıyı hak ettiğini düşünüyorum çünkü dindar insan teslim olmuş insandır ve teslimiyet yargılanma kabul etmez. Israrla eleştirmenin ve hatta yargılamanın yalnızca olumsuz sonuçları olur. İnsan denilen varlık yüzde yüz rasyonel bir varlık değildir ve herkes bir yere kadar eleştiriyi kabul eder ama o eleştiri yargıya veya cüretkar bir eleştiriye dönüştüğünde bundan herkes rahatsız olur.

Bundan ayrı olarak saygının da bir ölçüsü olmalıdır çünkü fazla saygı da bir yerde insanları bazı şeyleri yapmaya hakları olduğu zannına düşürebilir. Oruçlu bir insanın, yemek yemekte olan başka birine kızgın bir şekilde dönüp “Neden ben oruçluyken yemek yiyorsun?” demesi de saygı çizgisini ihlal edecektir. Başı ağrıyan birinin bir kafedeyken insanlara bağırarak “Benim başım ağrıyor o yüzden herkes sussun” demesi gibi bu tarz durumlar saygı duyulacak şeyler değildir. Başın ağrıyorsa git evinde dinlen denir ona ya da oruçluysan dönercide ne işin var denir.

Biz burada bundan ayrı olarak hem din felsefesi yapacağız, hem de teolojik tartışmalara gireceğiz ve Tanrı kavramı üzerinden hareket ederek dindarların Tanrı argümanlarını ele alacağız. Yüzyıllar boyunca Hristiyan ve Müslüman filozof ve yorumcuları Tanrı’nın varlığını kanıtlayabilmek için ortaya bazı argümanlar attılar. Bugün bu iddialar hala inançlıların dillerinde dolaşmakta ve kendi inanç savunmalarında birer ispat teşkil ettiği zannedilmektedir. Hatta bazı cemaat ve vakıflar sanki bu argümanların telif hakkını ödeyip tekellerine almışlar gibi davranmakta ve nerede bir inançsız görürlerse tekrar tekrar bıkmadan bu argümanları kullannmaktadırlar. Bu yazıyı okudukça zaten anlayacağınız üzere tüm bu argümanlar Tanrı’nın varlığını kanıtlamakta başarısızdırlar ve birçoğu mantık hatası içerir.

Son olarak bir şey daha söyleyeyim ve o şekilde başlayayım. Bu yazıyı okuyan insanlar kendi düşünce ve inançlarına göre bunu yorumlayacaklardır ve mesela bazı insanlar bu yazı aracılığıyla insanların ve özellikle gençlerin düşüncelerini değiştirmeye çalıştığımı veya toplumun inançlarına aykırı şeyler söylediğimi düşüneceklerdir. Nitekim Sokrates’i de aynı sebeplerden dolayı yargılayıp idama göndermediler mi?Sokrates kendi halinde takılan ve bulduğu insanlarla yeni düşünme yolları keşfetmeye çalışan kibar bir düşünür iken, onlar: “Sokrates bizim gençlerimizin ahlakını bozuyor, tanrılarımızı yok sayıyor” dediler ve onu idama göndererek tarihte felsefeye karşı işlenmiş en büyük suça imza attılar.

Açık şekilde söylemeliyim ki burada kimsenin düşüncelerini değiştirmeye çalışmak gibi bir amaç taşımıyorum ve neden böyle bir amacım olsun ki, öyle değil mi? İnsanların neye inandığı veya ne düşündükleri neden umurumda olsun ki? Burada yalnızca belli bir zeka seviyesine sahip insanlara hitap etmenin ve bilgiyi paylaşmanın hazzını yaşama amacına sahibim. Dolayısıyla burada kimseyi düşüncelerini değiştirmek suretiyle hidayete erdirme gibi bir niyetim yok çünkü beni de kimse hidayete erdirmedi. Bugüne kadar sahip olduğum her şeyi kendi çabamla ve irademle elde ettim ve bunu da herkese tavsiye ettim. Kendine yetmeyen bir birey hurafelere kapılmaktan kurtaramaz kendini. Bu nedenle siz de hiçkimsenin hayatınız üzerinde ikinci bir etki olarak baş göstermesine izin vermemelisiniz çünkü hayat bireyci bir çabayla anlam kazanabilir ve savaşınızı kendi başınıza vermek zorundasınız.

Konuları sırasıyla şu şekilde ele alacağız:

  1. Dinin Kökeni ve inancın sebepleri
  2. Tanrının varlığına dair argümanların çürütülmesi
  3. Tanrıya ve dinlere inanmamak için sebepler
  4. Din olmadan ahlakı temellendirebilir miyiz?
  5. Tanrı yoksa hayatın anlamı var mıdır?

1. Dinin Kökeni ve inancın sebepleri

Dinin kökenini konuşmadan evvel dinlerin bugün hala hayatlarımızı ne kadar etkilediğini konuşmak gerekir ki bunu konuşmak dinlerin olumsuz veya olumlu etkilerini konuşmanın bir başka yoludur. Bugün Türkiye’de tanıştığınız her on insandan altısı veya yedisi dini bir isme sahiptir. Yurt dışında tanışacağınız muhtemel isimlerin de yine çok büyük bir çoğunluğu eski ahitten gelen isimlerdir. Din, siz daha doğmadan önce hayatınızı etkilemeye başlar demektir bu. Aileleriniz kendi aralarında siz daha bir embriyo iken bir isim kararlaştırır ve istatistiklere baktığımızda bu isimlerin çoğu dini isimlerdir.

Hafta sonu tatillerimiz tamamen dini temelden gelmektedir. Bu yüzyıllar boyunca bu şekilde uygulandığı için böyle gelmiş böyle gider mantığı ile hala devam etmektedir. Dini günler ve bayramlar denen olaylar ise inançlı veya inançsız herkesi etkilemektedir. Din, 18. yüzyıla kadar insanların hayatlarındaki en büyük karar vericiydi. Bu dönemden sonra Natüralizmin ve Materyalizmin yükselişe geçmesi ile din hayatlarımızdaki başat etki olma gücünü yitirmiş olsa bile bugün hala bundan etkilenmekteyiz.

Dinin kökenlerini anlayabilmek için insanın bugüne kadar katettiği mesafeye kısa bir bakış atmamız gerekiyor. Buradaki insan kelimesinden kasıt elbetteki Homo Sapiens’tir çünkü Homo Sapiens’ten önceki Homo türleri çeşitli sebeplerden dolayı yok olmuş ve türlerinin devamlılığını sağlayamamışlardır. Peki Homo Sapiens neden bir şekilde ölmeden hayatta kalmayı başardı? Buna verilen birçok cevap var ve o cevaplardan biri de inançtır.

Homo Sapiens’in bir şekilde hayatta kalmasını sağlayan şey, yarattığı ya da geliştirdiği karmaşık dil, görsel sanat ve dini inançtı. Dolayısıyla bu üç şeyin onu bir arada tutmak sebebi ile güçlendirdiği söylenebilir. Bu güçlü bağlarla zamanla kabileler oluşturmuş ve nüfusunu arttırarak varlığını sağlamlaştırmıştır. Dolayısıyla din olgusu tarihsel süreç içerisinde Homo Sapiens’e büyük fayda sağlamıştır.

İnsan denilen varlık tarih boyunca neye ihtiyaç duyduysa onu yaratmıştır. Bilgi haznemiz genişledikçe daha fazlasını arzuladık ve bugün itibariyle artık evrenin sırlarını öğrenmeye çalışıyoruz. Bu andan itibaren bayrağı pozitif bilim devralmıştır çünkü bilim camiasında cesur sorular sorduğunda bilim insanını cezalandıracak veya onu mürtet ilan edecek bir ruhban sınıfı yoktur. Bilim tamamen özgürdür, tamamen objektiftir ve tek amacı öğrenmek olan bir mekanizmadır.

Bütün bunlar göz önünde bulundurulduğunda yeni şeyleri bilmeye dair sorduğumuz soruları artık dinler cevaplandıramamakta ve bu nedenle toplum içerisinde daha dar bir kapsam olan sosyal hayatı düzenleme ile yetinmek zorunda kalmıştır. Ancak modern ahlak hızla tırmanışa geçtiğinden yüksek bir ihtimalle gelecekte mevcut dinler bu özelliklerini de kaybedeceklerdir ya da yeni ve çağa uygun başka dinler ortaya çıkacaktır. Örnek olarak Astroloji her ne kadar şu anda bir din olarak görünmese de her geçen gün burçlara ve gezegenlerin hareketlerine göre karar veren insanların çoğalması nedeniyle gelecekte sistemli bir din haline geleceği öngörülebilir. Bu da şu hipotezi tekrardan doğrulayacaktır. Toplumlar yalnızca ihtiyaç duydukları şeyleri yaratır. Her çağın ihtiyaçları farklı olduğundan dolayı her çağ kendi inançlarını yaratır veya eski inançlarını günceller.

Peki insanların bir dine ya da bir inanca teslim olmalarındaki tek sebep toplumun birleştirici bir sisteme ihtiyaç duyması mıdır? Elbette başka birçok sebep vardır. Mesela bu sebeplerden biri korkudur. İnsanlar, bilinmeyenden korkar ve bu belirsizliği ortadan kaldıracak bir cevapla rahatlamak isterler. Bilim henüz birçok sorumuza cevap bulamadığı için dinler bu soruları cevaplandırmaya devam etmektedir. Mesela ölümden herkes korkar çünkü ölüm insan hayatındaki en büyük belirsizliktir. Öldükten sonra ne olacağına dair kimsenin bir bilgisi yoktur bu nedenle insanlar bu belirsizliği ortadan kaldıracak yaygın bir mite ihtiyaç duyarlar. Mitin yaygın olması gerekir çünkü insan psikolojisi bir belirsizlik esnasında tek başına hareket etmekten de korkar. En kötü beraber ölürüz mantığıyla hareket edilir ki belirsiz durumun acı seviyesi hafifleştilmiş olur.

İnsanların dinlere inanmalarında etkili olan sebeplerden biri de dinlerin, zor durumda kalan bireyi teselli etmesidir. Yani bir dinin Tanrısı kendi kullarına merhamet eden yüce bir baba veya iyi bir abi gibidir. Her insan, hayatı boyunca talihsizlikler ve acılar yaşar hatta acı hayatın özüdür bile denebilir. Bu acının eşiği çok arttığında ve bireyi çaresiz bıraktığında mantık veya akıl yürütme ortadan kalkar. Misalen annesi yeni ölmüş ve annesini çok seven birinin onun artık sonsuza kadar yok olduğunu düşünmesi çok acı verir. Bu nedenle günün birinde annesini tekrar göreceğine inanmaya ihtiyacı vardır. Ne kadar rasyonel olursa olsun bireyler acı çeker ve her birey zayıftır. Bu nedenle zayıf yaratıklar olmamızdan dolayı zaman zaman rasyonel olmayan cevaplarla hayatımızı anlamlandırmak isteriz ve bu gayet doğaldır. Bunun da en kolay ve en yaygın yolu bir dine inanmaktır.

2. Tanrının Varlığına Dair Argümanlar ve Bunların Çürütülmesi

Burada Tanrı argümanlarını daha düzenli bir şekilde ele alabilmek için onları bir sıraya tabi tutacağız ve böylece daha düzenli bir şekilde ilerlemiş olacağız. Bugüne kadar ortaya atılmış tüm argümanlar içerisinde en kötü olandan başlayıp en güçlü argümanlara doğru bir sıra izleyeceğiz.

Çoğunluk Argümanı

Bir dindar ile konuştuğunuzda işlerin çıkmaza girdiği yerde şu muhtemel cümleyi duyabilirsiniz: Tarihte inançsız hiçbir toplum olmamıştır. Her millet ve her toplum illa ki bir dine inanmıştır. Demek ki din insanın fıtratında olan bir olgudur. Biz sadece diyoruz ki bizim dinimiz en doğru dindir.

Bu tarz bir argüman maalesef ki eğitim seviyesi düşük olan insanların içerisinde çok sıkça örneklendirilmektedir ve bu insanlar hiçbir zaman bir mantık eğitimi alamayacakları için bu türden argümanlara inanarak yaşayabilmektedirler. Halbuki bu argüman başlı başına bir mantık safsatasıdır. İnformel Mantıkta Argumentum Ad Populum olarak bilinen bu safsata hiçbir veriye ve kanıta dayanmadan sürü psikolojisi ile hareket etmek demektir. Eğitimsiz insanları bir kenara bırakacak olursak kendi gözlemlerim ve yaşadıklarımdan yola çıkarak örnek vermek gerekirse, büyük şehirlere üniversite için gelmiş insanlarla konuştuğumda bile bu argümanı örneklendiren insanlar olduğunu gördüm. Birçok üniversite öğrencisinden direkt şu cümleyi işittim: “Dünyada yaklaşık 1.5 Milyar Müslüman var peki bu kadar insanın hepsi mi yanlış yolda?”

Bu insanlara benzer akıl yürütmeyi kullanarak dünyadaki Hristiyan nüfusunun daha fazla olduğunu söylediğinizde ise onlar inat edip Müslüman olmuyorlar derler. Yani eğer doğru bilgiye kişi sayısı ile ulaşacaksak bu durumda şu anda en doğru din Hristiyanlık olmalı. Ama iş bununla da bitmiyor çünkü dinlere inanan insanların nüfusları sürekli olarak değişmektedir. Daha eskiye gittiğinizde en popüler olan dinler bugün ya artık yoklar ya da sayıları birkaç yüzbin kadar tutmaktadır. Bu durumda dünün hakikati bugün çöp mü olmuş oluyor? Evet oluyor çünkü dün hakikat zannedilen şey yalnızca bir kurguydu. Bugün hakikat zannedilen şeyin de yarın kurgu olarak nitelendirilebileceği söylenebilir. Buna en güzel örnek Zerdüştilik dinidir. Bir zamanlar Ortadoğu ve Asya’nın en güçlü dini iken bugün dünya üzerinde yaklaşık olarak 200 bin Zerdüşti vardır. Dinler de tıpkı bir organizma gibi zamanın belli bir döneminde doğar, belli bir dönemde destek kazanıp güçlenir ve en nihayetinde zayıflar. Günümüzün dinleri ise bilimin daha da gelişmesi ile beraber yerini seküler bir anlayışa devretmektedir.

Kişisel Deneyime Dayalı Argüman

Kişisel bir deneyimin sonucunda Tanrı ile karşılaştığını veya onu hissettiğini dolayısıyla bir çeşit mucize ile inanmaya karar verdiğini söyleyen insanları da sıklıkla görürüz. Televizyon programlarında veya bazı blog sayfalarında bu türden deneyimler yaşayan insanları en azından bir kez hepimiz görmüşüzdür. Buna göre Tanrı ile konuştuğunu söyleyen veya Tanrı’yı kalbi ile hissettiğini söyleyen insanlar hangi dinden olurlarsa olsunlar genellikle hep aynı senaryoları anlatırlar. Söz gelimi kafalarının oldukça karışık olduğu bir zamanda kendi odalarında sessizce düşünceye dalmış bir haldeyken bir anda odanın penceresi hızla açılır ve dışarıdan esen rüzgar içerideki kutsal kitabı düşürür. Daha sonra kişi bu kitabı kaldırır ve tam da kafasının karışık olduğu konu ile ilgili bir ayet açık kalmıştır. Daha fazla örneği vermek de mümkün çünkü konu mucize yaşamak olunca bu insanların hayal güçleri epey güçlü olabiliyor.

İnanç kanıtlanabilecek bir şey olmadığı için inançlılar doğrulanma ihtiyaçlarını vaya onaylanma ihtiyaçlarını gidermek için metafiziki yollara başvururlar çünkü kimse aksini ispatlayamaz. Bir kişi kalkıp dün gece bir melek gördüm bana tanrının yolunda yürü dedi şeklinde bir şey söylediğinde ona ne diyebilirsiniz ki? En fazla mucizeler onu görenler içindir der ve oradan çekip gidersiniz. Yani ona kalkıp da gördüğü şeyin bir halüsinasyon ya da bir sanrı olduğunu anlatmaya çalışmazsınız. Veyahut onun gördüğü şeyin, inanmak için uydurduğu bir yalan olduğunu ve sonra da bu yalana yine kendisinin inandığını anlatmaya çalışmazsınız. Zira bunun hiçbir faydası yoktur o öyle inanmak istiyordur ve öyle inanıyordur. Kaldı ki aynı hikayeleri başka dinlere mensup olan inançlılardan da duyarsınız. Bu durumda hepsi mi haklı? Bütün dinler mi gerçek? Hayır, hepsi psikolojik olarak doğru yolda olduğuna inanmak için gördükleri basit olaylara aşırı anlam vermektedirler ve bunları birbirleri ile paylaşarak bu onaylanma ihtiyacını pekiştirmeye ve berkitmeye çalışmaktadırlar.

Pascal’ın Kumarı

İlk cümle olarak şunu söyleyelim ki Pascal’ın Kumarı denen akıl yürütme biçimi gerçek bir argüman ya da bir delil olmadığı gibi yalnızca adından da anlaşılacağı üzere bir kumardır ya da bir bahistir. Nasıl ki bir şans oyunu oynadığınızda riskleri hesapladıktan sonra hamle yapıyorsanız söz konusu Tanrı olduğunda da benzer şekilde risk hesabı yapmak demektir. Bu sözde delile göre Tanrının varlığına dair hiçbir bilgimiz olmasa bile Tanrıya inanmalıyız çünkü Tanrı varsa ve biz ona inanmamışsak cezalandırılacağız ama Tanrı olmadığı halde ona inanmışsak bu durumda en fazla biraz vakit kaybetmiş olacağız. Tanrıya inanmışsak ve Tanrı gerçekten varsa bu durumda Tanrı bizi ödüllendirecektir ancak Tanrıya inanmamışsak ve Tanrı gerçekten de yoksa bu durumda yine kazanacağımız veya kaybedeceğimiz herhangi bir şey olmayacaktır. Dolayısıyla Tanrının varlığına dair hiçbir delil yoksa bile Tanrıya inanmak iyidir çünkü her durumda riskten korunmuş ve belli bir kar elde etme ihtimali yaratmış olacağız.

Bu cümleleri neredeyse tüm inançlılardan duyabilirsiniz çünkü daha önce de dediğimiz üzere insanlar bilinmeyenden korkar ve bu nedenle kendilerini her durumda garantiye almaya çalışırlar. Herkes kendi Tanrısını referans aldığı için bu sözde argümandaki Tanrı kelimesini de kendi Tanrısı olarak yorumlamaktadır. Oysa yeryüzünde yirmiden fazla büyük din vardır ve bu dinlerin de farklı tanrıları vardır. Dolayısıyla Tanrıya inanmak karlıdır deyip kendi Tanrısına inanmaya devam eden insanlar, aslında diğer dinlerin tanrılarının gerçek Tanrı olup olmadığını araştırmayarak yine büyük bir risk daha almaktadırlar ve bu durum riski sevmeyen dindarları aynı ölçüde korkutmalıdır.

Bu sözde argüman kendince kar-zarar hesabı yapan insanların, Tanrının özelliklerinden ne kadar habersiz olduklarını gözler önüne sermektedir ki bu da ayrı bir cehalettir çünkü neredeyse tüm dinlerde Tanrı, sonsuz güce ve sonsuz bilgiye sahiptir ve bu nedenle bu basit canlıların kendi aralarında oynadıkları kumarı da görecek bilgiye ve yeteneğe sahiptir. Bunca kar-zarar hesabı yaptıktan sonra Tanrı onlar hakkında ne hüküm verecektir acaba? Bana kalırsa hiç inanmayan ama rasyonel düşünen bir insanı, bu kör dövüşü yapan menfaatçi insanlara tercih edecektir çünkü tanrının varlığına dair kumar oynamak aslında bir çeşit ikiyüzlülüktür.

Eğer gerçekten bir Tanrı varsa bu durumda korkakça onun varlığı üzerine bahis oynayan, dindar görünmek için gösteriş yapan, din adına ve Tanrı adına hareket ettiğini söyleyerek insanları hipnotize edip kandıran, yeryüzünde kin ve nefret kusan ama sırf inandığı için eninde sonunda ödüllendirileceğini düşünen insanları mı ödüllendirir yoksa beynini ve düşünme yeteneğini kullanarak evreni ve insan doğasını anlamaya kafa patlatan insanları mı ödüllendirir? Kör inancı mı ödüllendirir yoksa aklı mı? Dini bir gelenek haline getiren kabileci zihniyete mi bakar yoksa evrensel insan haklarına önem veren rasyonel bireylere mi? Bana kalırsa Tanrı eğer gerçekten de dinlerin anlatımındaki gibi her şeyi bilen bir varlıksa bu durumda bağnazlığı değil zekayı ödüllendirecektir.

Ontolojik Argüman

Ontolojik argüman veya Türkçe ifadesiyle varlık argümanı temelde Tanrıdan daha üstün başka bir varlığın olamayacağını anlatır ve bu yolla Tanrıyı kanıtlama yoluna gider. Çevremizde gördüğümüz her şey bir niteliğe sahiptir ve her şeyin niteliği çeşitli kıstaslar esas alınarak sınıflandırılabilir. Mesela diyebilirsiniz ki bir su bardağı çay bardağından daha büyüktür veya bir telefonun işletim sistemi analog bir saatin işletim sisteminden daha karmaşıktır ve bu nedenle o daha mükemmeldir. Bir ortaçağ düşünürü olan Aziz Anselmus bu akıl yürütmeyi kullanarak Tanrıyı kanıtlamaya çalışmıştır. Bu nedenle şu şekilde bir önermeler dizisi oluşturmuştur:

  • Tanrı kendisinden daha mükemmeli düşünülemeyen varlıktır
  • Zihin aracılığıyla en mükemmel varlığı hayal edebiliriz
  • Gerçekte de var olan bir mükemmel varlık zihnimizdeki mükemmel varlıktan daha mükemmeldir
  • Bu nedenle Tanrı gerçekte de vardır ve en mükemmeldir.

Bu argüman ile daha önce karşılaşmadıysanız başlarda anlayamamanız ve ne oluyor burada demeniz gayet doğaldır çünkü geçerli olmadığını sezmenize rağmen niçin geçerli olmadığını bulmak oldukça zordur. Bu nedenle bazı örneklerle biraz daha basitleştirerek bir daha ele alalım. Mesela sakar bir insanı gözümüzde canlandıralım. Bu insan birçok defa eşyaları deviriyor veya elindeki objeyi çoğunlukla yere düşürüyor. Buradan itibaren diyebilirsiniz ki sakar olmayan bir insan sakar bir insandan daha mükemmeldir çünkü her zaman her eşyayı olduğu yere sağlam bir şekilde geri koymaktadır. Ama hikaye burada da bitmez ve devam etmeniz gerekir. Bunu da şöyle devam ettirebilirsiniz, Nietzsche’nin tanımladığı “übermensch” yani üst insan tanımı tüm insanlardan daha mükemmeldir ve bir adım daha devam ettiğinizde şunu dersiniz, süpermen bundan da daha mükemmeldir çünkü o aynı zamanda uçmaktadır ve tüm insanlardan daha güçlüdür.

Ancak argümanı test etmek için burada da duramazsınız ve devam etmelisiniz. Devam ettiğinizde kendi zihninizde artık daha mükemmel halde düşünülemeyecek bir erek noktasına ulaşacaksınız. Zihninizde oluşturduğunuz bu en mükemmel varlığın yalnızca zihninizde olması bir kusurdur çünkü bu varlığın gerçek hali zihninizdeki halinden daha mükemmel olmalıdır. Bu nedenle Tanrı, tanım itibariyle en mükemmel varlık olduğundan dolayı o gerçekte de vardır ve en mükemmeldir.

Pekala verdiğimiz örnek sayesinde bu argümanın daha iyi anlaşıldığını varsayarak devam ediyorum. Bu argümantasyon kendi içerisinde birçok hata barındırmaktadır ve bu nedenle kafa karıştırıcı görünmektedir. İlk olarak denebilir ki Tanrı’nın varlığı bu şekilde apriorik önermelerle aydınlatılabiliyorsa bu aynı akıl yürütme başka birçok hayali varlığı kanıtlamak için de kullanılabilir. Nitekim Anselmus bu iddiayı ortaya attığında kendi çağdaşı olan Gaunilo çok gecikmemiş ve ona “Mükemmel Ada” örneğiyle cevap vermiştir. Buna göre okyanusun ortasında bulunan bir ada hayal edilebilir ancak bu adayı hayal ederken her zaman kendi zihninizde onu biraz daha mükemmel hale getirebilirsiniz mesela her seferinde o adaya yeni bir meyve ağacı veya daha güzel kumsallar ekleyebilirsiniz. Şimdi bu adanın gerçekte de var olması benim zihnimdeki versiyonundan daha mükemmel olmaz mıydı? Evet olurdu ve bu yüzden bu mükemmel ada gerçekte de vardır. Bu akıl yürütmeyi kullanarak daha birçok hayali varlığı ispat edebilirsiniz.

Bu argümanın başka bir kusuru da şudur: Tanrı’nın kendisi tasavvur yeteneğimizin çok ötesinde olması gerektiğinden hiçbir zaman zihnimizde Tanrı kadar mükemmel bir varlığı hayal edemeyiz. Dolayısıyla hayal edebileceğimiz en üst seviye gene de Tanrı’ya asla yaklaşamayacak ve her zaman o seviyenin çok altında olacaktır. Bu durumda da bu argüman ile Tanrı’ya değil zihin laboratuvarında elde edilmiş Tanrı’nın ilkel bir prototipine ulaşmış olacağız. Bu da asla Tanrı olamaz çünkü Tanrı tanımı itibariyle mutlak güce ve mutlak kudrete sahip olduğundan alçalmak veya alçaltılmak ona yakışmaz.

Kozmolojik Argüman

Bu argüman ise evrenin veya içindeki her şeyin varlığının bir sebep ile mümkün hale geldiğini anlatarak buradan da ilk sebep olarak Tanrıyı gösterir. Yani her şeyin bir sebebi varsa ve bu sebepler zinciri sonsuza kadar gidemiyorsa bir noktada bu tüm sebeplere sebep olmuş bir varlığın olması gerekir ki bu da Tanrı’dır. Bunu bir örnekle karikatirize edelim ve daha iyi anlaşılmasını sağlayalım.

Çocuk sınıftaki arkadaşına bağırmıştır çünkü evde annesi ona bağırmıştır. Annesi çocuğuna bağırmıştır çünkü kocası akşam ona bağırmıştır. Adam, karısına bağırmıştır çünkü iş yerinde patronu ona bağırmıştır. Bu örneği belli bir yere kadar ilerletebilirsiniz ama bir yerde artık durmanız gerekir öyle değil mi? Ya da durmak zorunda mıyız? Bu argümanı ortaya atanlara göre bir yerde durmak zorundayız ama sonsuzluğu kavrayacak zekaya sahip olmayışımız bizi bir yerde sonuca varmaya itebilir. İki aynayı yan yana koyduğunuzda aynaların birbirleri içerisindeki yansımaların git gide küçülerek sonsuza kadar gittiğini görebilirsiniz ve bu teorik olarak mümkündür. Ancak bu argümandaki en büyük hata bu da değildir.

Asıl hata her şeyin bir sebebi olduğunu söyledikten sonra kendisine hiçbir şeyin sebep olmadığı ama buna rağmen her şeye sebep olmuş olan bir varlığın mümkün olduğunu söylemektir. Bu da bizi şu soruyu sormaya iter: Peki Tanrı’nın neden bir sebebi yoktur? Evrensel küme içerisinde sebepsiz var olabilen bir örnek uzay varken neden başka örnek uzayların da sebepsiz var olabileceğini düşünemez hale geliyoruz? Cevap basittir sonsuzluğu kavrayabilecek kapasiteye sahip olmayan insan, kendisine geçici cevaplar bulmaktadır.

Ahlak Argümanı

Bu argüman kısaca şu şekilde karşımıza çıkar:

  • Ahlak kuralları varsa bu kuralları koyan bir varlık olmalıdır
  • Ahlak kuralları vardır
  • Bu nedenle bu kuralları koyan bir varlık da vardır

Bu argüman için kısa bir cevap vermeyi uygun görmedim çünkü birçok kişinin din olmadan, Tanrı olmadan ahlakı temellendiremeyiz dediklerine şahit oldum. Bu nedenle sırf bu konuyu ayrı bir bölümde yani dördüncü bölümde detaylı olarak ele alacağım.

Teleolojik Argüman-Tasarım Argümanı

Şu ana kadar ortaya atılan tüm argümanlar içerisinde en çok kabul gören ve en çok destekçi bulan argüman belki de tasarım argümanıdır. Bu argüman şu şekilde bir akıl yürütmeyi kullanır. Etrafımızda gördüğümüz tüm nesneler belli bir amaçla orada durmaktadır ve hepsi Tanrının varlığına dolaylı yoldan bir işarettir. Çölde gezerken bir saat bulduğunuzda bu saatin dizaynından veya şekil itibariyle insan elinin kullanımına uygun olduğundan hareketle bu saatin insanların kullanımı için tasarlandığını söyleyebilirsiniz. Ya da elinize bir kitap alıp okumaya başladığınızda orada yazan bilgilerin biri tarafından yazıldığı sonucuna varabilirsiniz. Buraya kadar yapılan akıl yürütme tamamen doğrudur çünkü insanlar kullanımına uygun olan eşyaları üretirler ve bu nedenle tasarlanmış görünen aygıtlara bakarak bunun bir zeka ve irade tarafından ortaya atıldığını herkes bilir.

Ancak bu argümanla ilgili problem evrendeki her şeyi bir amaçla tasarlanmış gibi gördüğünüzde ortaya çıkıyor ki bu da sebebini henüz bilemediğimiz olayların yine kolay yoldan bir sanatçıya atfedilmesi ile son buluyor. Bir tasarım ürünü olduğu bilinen ve birçok örneği bulunan nesnelerden yola çıkarak başka örneklerinin olup olmadığını henüz bilmediğimiz ve dolayısıyla onu başka örneklerle karşılaştıramayacağımız varlıkları anlamaya çalışmak ve aynı akıl yürütmeyi kullanmak bir hatadır. Nasıl bir evrenin içerisinde olduğumuzu henüz bilmiyoruz. Bildiğimiz başka bir evren örneği de yok dolayısıyla hakkında pek de bilgi sahibi olmadığımız bir varlık hakkında yalnızca araştırmaya devam etmemiz gerekir. Öbür türlü ya kendimizi kandırırız ya da yanıldığımızı bilmeden yaşamış oluruz.

Bu argüman ile ilgili bir başka sorun ise şu şekilde baş göstermektedir. Tanrı ve evreni anlamak için verilen örneklerin hepsi içlerinde kusur bulundurmaktadırlar. Tanrı tablo çizen bir ressam gibi değildir çünkü Tanrı, bildiğimiz hiçbir şeye benzetilemez. Zaten bu yüzden ona Tanrı diyoruz. Resim çizen bir ressam etrafında gördüğü nesneleri taklit ederek sanatını çizmektedir veya hayal gücünü kullanarak bunu resmetmektedir. Ancak o neticede bir insandır ve o resmi çizerken de birçok yanlış fırça darbesi yapabilmektedir veya olmamış bir resmi fırlatıp atarak başka bir tane çizebilmektedir. Tanrıyı bu ressama benzettiğinizde kesinlikle doğru sonuca ulaşamayacaksınız çünkü bu durumda Tanrı da yanlış dizayn ettiği bir evreni yıkıp baştan yaratabilmiş olacaktır. Oysa Tanrı tanım itibariyle kendinde kusur bulundurmayandır.

Tasarım argümanına gönülden bağlı olan insanların genelde verdikleri örneklerden biri de şudur: Bir mandalinaya bakıyorsunuz ve görüyorsunuz ki dış tehtitlerden korunmak için bir dış kabuğu vardır. O kabuğu sıyırıp attığınızda bu sefer de içindeki sıvı damlacıklarının dışarı taşmaması için dilimlerin bir zar ile çevrildiğini görüyorsunuz. Ayrıca bu meyvenin dilim dilim ayrılmış olması bunda ne kadar muhteşem bir sanat olduğunu göstermektedir. Sanki bir yaratıcı sırf bir insan gelip de eliyle parça parça yesin diye onu dilimlere ayırmış gibidir.

Bu türden bir örnek ile karşı karşıya kaldığınızda ilk dinleyişte size mantıklı gelebilir çünkü kendi varlığınızı ve kendi faydanızı merkeze alarak düşünmüş oluyorsunuz. Sanki evrendeki her şey insanlar daha rahat yaşayabilsin diye yaratılmış gibi düşünüyorsunuz. Oysa insan türü bu evrende yalnızca bir türdür ve diğerlerinden daha gelişmiş bir zekaya sahip olması onu diğerlerinden eşref kılmamaktadır.

Bu tarz örneklere daha yakından baktığınızda ne kadar sığ örnekler olduğu anlaşılmaktadır çünkü gördüğü nesnedeki özellikleri kendi varlığının merkezinden gören biri bu durumda diğer her şeyi de o şekilde görmeye başlayacaktır ve çoğunlukla da yanılacaktır. Bu konuda Voltaire’nin dalga geçtiği durumun içerisinde kalacaktır. Gözlük takan insanların, burun denen organın gözlük sabit durabilsin diye yaratıldığını iddia etmelerinden farkı yoktur bu örneklerin. Ya da gözlüğün sapları yan taraflarda daha düzgün sabitlensin diye kulakların yaratıldığını düşünmekle aynıdır.

Uzun bir zaman boyunca insan kendisinin evrendeki en değerli varlık olduğunu düşündü ve bu nedenle Tanrı’nın her şeyi onun hizmetine verdiğine inandı. Oysa bugün evrim bize göstermiştir ki, ortam canlılara değil canlılar ortama uyum sağlayarak hayatta kalmaktadır. Bu nedenle hiçbir şey insanın hizmetine verilmiş değildir. Tam tersine insan gelişmiş beyniyle silahlar ve aletler yaparak diğer türleri boyunduruğu altına sokmuştur. Evrendeki en değerli varlık olduğuna inanmanın şüphesiz ki bazı sakıncaları vardır çünkü bu şekilde düşündüğünüzde ve bunun bir sonucu olarak da her şeyin insanın hizmetindeki tasarlanmış bir nesne olduğunu düşündüğünüzde büyük ihtimalle bu müthiş ego ile gözleriniz objektif bir bakışa müsait olmayacak derecede dönecektir. Her şeyin mükemmel bir yaratım olduğunu düşünmeye başlayacak ve durmadan sözde mucizeler göreceksiniz.

Yağmurlu bir havada yürürken şemsiyenizin delinmiş yerinden tam burnunuzun üstüne gelen bir damlacığı, gerçekleşmesi neredeyse imkansız olan bir mucize gibi yorumlamak, tasarlanmış bir evrende yaşadığını düşünmekle aynıdır. Mesela kişi diyebilir ki bunca insan varken ve yeryüzü bu kadar genişken bu damla gelip benim burnumun üstüne düştü. Bunun matematiksel ihtimali 1/51. 1⁰¹⁷ gibi küçük bir ihtimaldir. Bu açık bir mucizedir. Bununla da kalmayacak ve bu sözde mucizelerle ilgili ağızdan ağıza anlatılan şeylere inanacaktır ve mesela şunun gibi bir ifadeye bile hiçbir bilimsel açıklaması olmadığı halde inanacaktır: Güneş sistemimiz o kadar mükemmel bir denge ile dizayn edilmiştir ki dünya güneşe bir santim yaklaşsa yanardık ve bir santim uzaklaşsa donardık. Halbuki azıcık bile astronomi bilgisi olan biri ya da en azından günöte ve günberi kavramlarını lise coğrafya derslerinden öğrenmiş biri bilir ki dünyanın güneş etrafındaki hareketi elips şeklindedir ve yıllık döngüsü içerisinde zaten güneşe kilometrelerce yaklaşmakta ve yine kilometrelerce uzaklaşmaktadır. Bunun sonucunda da dünya ne donmaktadır ne de yanmaktadır.

Doğa Yasaları Argümanı

Bu argüman basitçe şu şekildedir:

  • Evrende doğa yasaları vardır
  • Her yasanın bir yasa koyucusu vardır
  • Bu nedenle doğa yasalarını da bir üst varlık koymuştur ve o Tanrı’dır.

Öncelikle doğa yasalarından biraz bahsedelim. Gerçekten de çevremize baktığımızda bazı olayların yeterince sık gerçekleşmesi doğada bazı yasalların olduğunu göstermektedir. Nitekim bilim de bu yasaları keşfetmek ve o yasaları kullanmak ile sistemli hale gelmiştir. En bilindik örneklerden birkaçını vermek gerekirse kütle çekimi, momentum korunumu, enerjinin korunumu, her etkiye karşı bir tepkinin oluşması, kütle korunumu, ısının sıcak maddeden soğuk maddeye doğru aktarılması vs. gibi doğada pek çok yasa vardır. Dindar insanlar da verdiğimiz önermeler dizisini kullanarak bu yasaların Tanrı tarafından yaratıldığına inanmaktadırlar. Peki ama bu doğru bir akıl yürütme midir? Evrendeki yasaların nasıl oluştuğunu bilmememiz bu yasaların teizmin Tanrısı tarafından yaratıldığını mı göstermektedir?

Bu ve bundan önce verdiğimiz argümanların hepsinde dindar insanlar kendi yaşamlarından ve aralarında kurdukları ilişki şekillerinden hareketle evreni ve Tanrı’yı düşünmektedirler. Ancak birkaç defa daha söylediğimiz üzere bu akıl yürütme şeklinde birçok hata vardır. Evren ve özellikle Tanrı bizim algılayış kapasitemizin çok üstündedirler. Bilgi seviyemizin ve tecrübelerimizin yalnızca üzerinde yaşadığımız gezegen ile sınırlı olması, bizi aşan kavramları anlamamızı güçleştirmekte ve hatta hatalı sonuçlara vardırabilmektedir. Bu nedenle kullandığımız metaforlar kendi hayatımızla ilgili bazı konuları daha iyi anlamamızı sağlasa da bu tür ilişki ağlarının çok ötesindeki kavramları açıklamakta yetersiz kalacaklardır. Bir önceki argümanın eksik yanlarından bahsederken söylediğimiz gibi Tanrı bir ressama benzetilemez çünkü Tanrı kusurlu bir canlı ile ilişkilendirilemez.

Doğa yasalarından hareketle Tanrı’yı anlamaya geldiğimizde yine aynı hatalı örneklendirmelerle karşılaşıyoruz. İnsanların yasaları onlara ne yapmaları veya ne yapmamalarını buyuran emir ve yasaklar şeklindedir oysa doğa yasaları yalnızca cisimlerin veya varlıkların ne şekilde hareket ettiklerini gösterir.

Yasa dediğimiz kelime insanlar arasındaki ilişkilerin düzenlenmesi için yine insanlar tarafından oluşturulmuştur. Mesela bir devletin anayasası o devlet içinde yaşayan bireylerin hayatlarını düzene sokmak için yaratılmış kuralları içermektedir. Ancak aynı kelimeyi evrendeki ilkeler ya da tekrarlı olaylar için kullandığınızda aynı özellikleri bu sefer evrene vermiş olacaksınız. Daha iyi anlamak için biraz daha açıklayalım. Mesela insanlar arasındaki yasalar sınırsız ve ölümsüz yasalar değildir. Bugün var olan bir yasa birkaç yüzyıl sonrası için hiçbir geçerlilik taşımayabilir. Aynı şekilde geçmişte geçerli olmuş bir yasa bugün tamamen yanlış olarak görülebilmektedir. Köle alım satımı ile ilgili Tevrat’taki veya Roma imparatorluğundaki yasaların bugün artık geçerli olmaması örneğinde olduğu gibi.

İnsanların dünyasında yasa bu şekilde değişebilen ve dönüşebilen bir yapıya sahiptir ve bütün bu yasaların bir yasa koyucusu olmuştur. Ancak doğa yasaları bu şekilde değildir. Momentum korunumu kanunu yüz yıl sonra ilga edilmeyecektir. Dolayısıyla insanların dünyası ile ilgili değişebilen bir kavramı evrensel olan ve değişmeyen bir kavramı açıklamak için benzetme yaptığınızda hatalı bir benzetme yapmış olursunuz. Daha iyi anlamak için bir tane hatalı benzetme örneği vereyim. İnsanlar çevresinde dönüp sema yaparlar aynı şekilde gezegenler de kendi eksenlerinde dönmektedirler. İnsanlar biraz sema yapıp yorulduktan sonra acıkıp yemek yiyorlarsa gezegenler de aynı şekilde acıkıp yemek yiyorlardır. Bu ve buna benzer örnekler çeşitlendirilebilir ama gerek yoktur.

Özetle şunu anlatmaya çalışıyorum: Dindar insanların Tanrı’yı anlamak için verdikleri tüm örnekler ya eksik örnekler olacaklardır ya da tamamen yanlış örnekler olacaktır. Tanrıya akıl ve felsefe yoluyla ulaşmanın hiçbir olanağı yoktur çünkü akıl ancak önceden sahip olduğu bilgi birikimi aracılığıyla düşünüp sonuca varabilir. Oysa biz evren ile kıyaslanınca neredeyse kesin olarak cahil varlıklarız ve kendi aramızdaki ilkel iletişim yöntemlerinden hareket ederek hiçbir zaman görmediğimiz kavramları açıklayamayız çünkü beynimizin korteks tabakasında bununla ilgili bir bilgi henüz oluşmamıştır. Açıklanmayan ve hakkında bilgimizin olmadığı konuları üst bir varlığa bağlayarak işin içinden sıyrılmak gerçeği bulmak değildir ki biz bugün buna boşlukların tanrısı diyoruz. Bu durumda yapacağımız en rasyonel ve en asilce tutum açıkça bilmiyorum demektir. Bilmiyorum ama elimize yeni veriler geçene kadar aramaya ve araştırmaya devam edeceğim demektir. Nitekim bilimin tutumu tamamen bu yöndedir. O yüzden ancak bilim bizi bu müthiş cehaletten kurtarabilir.

3. Tanrıya ve dinlere inanmamak için sebepler

Dünya denen gezegende gözlerimizi açmamız ve sahip olduğumuz bilinçle yaşam üzerine sorgulama yapabiliyor olmamız bizi yaşamın kaynağının ne olduğu sorusu ile baş başa bırakmıştır. Bu soruya insanlık tarihi çok uzun bir süre üst bir varlığın bu yaşamı başlattığı cevabını vermiştir. Bir tanrının yaşamın kaynağı olduğu cevabı şu ana kadar verilmiş en popüler örnektir ve yaşamı anlamlı hale getirmeye çalışmaktan başka da bir şey değildir. Bu anlamlandırma çabası tıpkı türlerin evrimi gibi zaman içinde evrim geçirmiştir. Evren ile ilgili sorgulama yeteneği geliştirmiş ilk insanlar bu varlığın bir ruh şeklinde olduğunu düşünmüştür ki bu da animizmdir. İlk inançlar sistemli bir din şeklinde değildi tam tersine bazı yerel mitlere inanma şeklindeydi. Bu da bugünkü dinlerin ilk ataları olmaları demekti.

Daha sonraki zamanlarda insan nüfusu çoğalmış ve sorgulayabilme kabiliyeti de aynı doğrultuda evrim geçirmiştir. Bundan sonra insanlar politeist inançlara bel bağlamaya başlamışlardır ki bu durum tektanrıcı dinlerde daha sonra putperestlik olarak görülmüştür ve ayıplanmıştır. Politeizmde her doğa olayı tanrılara atfediliyordu. Yağmur yağdığında bu yağmuru yağdıran bir yağmur tanrısı vardı. Savaş zamanında kendisi de iyi bir savaşçı olan savaş tanrılarına dua edilirdi. Bereketli topraklar üzerinde yaşayan halkların da mutlaka bereket tanrıları vardı. Politeizmin daha sonraları monoteizme evrilmesinde de şaşılacak bir durum yoktur çünkü yeni bir devrimi yeni bir fikirle öne sürmeniz gerekiyordu. Ancak doğadaki bütün gücün tek bir tanrıda toplanması eski politeist inançların son bulmasını sağlamamıştır. Yalnızca statü değişmiştir. Eskiden ölüm tanrısı olan büyük tanrılar monoteizmde baş meleklerden biri olan ölüm meleğine evrilmiştir. Tanrıların ulağı olma özelliğine sahip Hermes gibi bir tanrı yine baş meleklerden biri olan vahiy meleğine evrilmiştir.

Buradan sonra söylenebilecek birkaç nokta şu şekildedir:

  1. İnançların evrim geçirerek bugünkü hale gelmiş olması dinlerin tanrısının bu evreni yaratmış olduğunu yanlışlamaktadır çünkü eğer gerçekten de tüm toplumlara ve tüm insanlara hak dini getiren elçiler gelmiş olsaydı inançların veya dinlerin geçmişten bugüne dek hep aynı özelliklere sahip olması gerekirdi. Dinler bir paket halinde gökten gelmiş olsaydı bu paketin ilkel bir formdan başlamaması gerekirdi çünkü Tanrı’nın muhteşemliği ilkel bir forma sokulamaz. Aslında hiçbir forma sokulamaması gerekir. Buradan itibaren dindarlar genelde şu şekilde cevap verirler: Tanrı onlara gerçek mesajı yolladı ama onlar hep bozdular ve inanmak istediklerine inandılar. Bu cevap oldukça yetersiz bir cevaptır çünkü Tanrı’nın defalarca kez başarısız olduğu anlamına yol açmaktadır. Eğer Tanrı başarısız olabiliyorsa bu durumda o Tanrı değildir demektir. Tanrı eğer gerçekten insanların ona inanmaları için çabalamış olsaydı bunu başarması da pekala beklenirdi. Oysa bütün bunların tersine insanlar gerçekten de evrende bir Tanrı olduğu için değil aksine bu kavrama ihtiyaç duydukları için Tanrı’yı veya çeşitli mitleri yaratmışlardır. Bu da bizi ikinci çıkarıma yöneltmektedir.
  2. Doğada yaşamda kalmak oldukça zordur. Gelişmiş beynimizle zaman içerisinde kendimize konforlu gökdelenler inşa etmiş olabiliriz ama ilk atalarımız bir mağarada yaşıyor ve ormana ya da savana avlanmaya çıkarak hayatta kalıyorlardı. Bunu yapmak da oldukça riskliydi çünkü avlanmak için çıktıkları yolda başka bir yırtıcıya av olmak gibi büyük tehlikeler vardı. Bu nedenle insanlar bu acizliklerinden dolayı kendilerine motivasyon verecek mitler icat etmişlerdir. Bu bir bakıma kendi kendini kandırmaktır ama daha iyi bir seçenekleri yoktu. Ormandaki ruhun ne olursa olsun onu koruyacağına inandığında mağarasından çıkmak için cesaretini arttırabilirdi. Avlanmaya çıkmadan önce bazı av ritüelleri ve dansları ile mağarada önce avlamak istedikleri hayvanı ruhsal olarak öldürdüklerine inandıklarında bu avın yarın onların ayağına geleceğine inanmak istiyorlardı. Savaşa gittiklerinde savaş tanrısının onların tarafını tuttuğuna inanmak, onlara savaşırken güç veriyordu. Koruyucu bir babanın onların dertlerine önem verdiğini bilmeleri onlar için bir teselli kaynağıydı. Dolayısıyla anlamamız gereken nihai sonuç şudur ki Tanrı’nın insanları yaratmış olması yalnızca bir mittir. Aslında ise aciz varlıkların bu acziyetine bir çare olması için onu insanlar yaratmıştır.
  3. Bizi bu çıkarıma sürükleyen şey her coğrafyanın birbirinden farklı özelliklere sahip olması sebebiyle o coğrafyadaki insanların inandıkları tanrının da o coğrafyaya özgü olması yüzündendir. Belli bir sorgulamanın sonucunda din değiştirmek yani başka bir coğrafyanın tanrısına inanmak oldukça nadir örneklerdir ve çoğunlukla nerede doğarsanız oranın tanrısına inanırsınız. Aksi örneklerin olması da bir şeyi değiştirmez çünkü kimsenin kişisel aydınlanma sanısından başka verebileceği bir argümanı olmamıştır. Bunu da zaten kişisel deneyime dayalı argüman başlığında tartıştık ve bunun hiçbir şeye kanıt olmadığını zaten anlattık. Her millet kendi kültürünü, kendi Tanrısını ve kendi ahlakını yaratmıştır. Tanrısını tasarlarken kendi coğrafyası ile uyumlu ve kendi evini umursayan bir Tanrı tasarlamıştır. Bir Hindu tanrısı Ganj nehrini kutsamışken, Araplara seslenen Tanrı Tur Dağı’na yemin etmiştir ve Ebu Leheb’i lanetlemiştir. Ortadoğu’da yaşayan Ezidilerin inancında Cudi Dağı kutsalken Yunan tanrıları Olimpos’ta yaşamıştır. Orta Asya’da yaşayan eski Türkler için Orhun ve Selenga nehirleri kutsalken, Zerdüştilik dininin tanrısı olan Ahura Mazda yalnızca Aryen milletlerini umursamıştır. Bütün bunlara baktığımızda şunu anlıyoruz: Her toplum kendi tanrısını yaratmıştır çünkü kendilerini aşan bir güce ihtiyaç duymuşlardır.

Korku

Tanrı’ya olan inancın temelinin ihtiyaçlar olduğunu anlattık. Başka bir temel sebep de korkudur. Peki neye karşı olan korku? Bunu çeşitlendirebilirsiniz: Ölüme duyulan korku, boşlukta kalma korkusu, çevre baskısından dolayı oluşan korku, sevdiklerini üzme korkusu vs. Ancak bütün bu korkular temelde bilinmez olandan duyulan korkudur. Evvela ölüm en büyük bilinemezdir çünkü ölünce ne ile karşılaşacağımızı hiçkimse bilmiyor. Gerçekten bir yaratıcı güç ile de karşılaşabiliriz, tamamen hiçliğe de karışabiliriz, yeni bitkiler için gübre haline de gelebiliriz, başka bir yaşamda tekrar doğabilir ve eski yaşamı tamamen unutabiliriz. Kısacası her şey mümkün. Zaten o yüzden insanlar bütün bu cevapları bu büyük bilinemezi aydınlatmak için vermemişler midir?

Hepimiz kısa bir süreliğine bu dünyada yaşıyor ve ardından yaşamımız son buluyor. Bir mezarlığa gittiğinizde kendi kendinize bunun gibi sorgulamalar yapmamanız çok zordur. Burada yaşayan tüm insanlar bir zamanlar varlardı. Oysa artık yalnızca bir mezar taşından ibaretler. Bir zamanlar onların da birer hayatları, kaygıları, sevinçleri ve korkuları vardı oysa artık hiçbirinden eser yok. İroni de şurada yatar ki bunu söylerken kendimizin hiç o duruma düşmeyeceğimizi varsayarız. Tolstoy’un İvan İlyiç’in Ölümü adlı kitabında geçtiği üzere İvan İlyiç öldüğünde onun cenaze merasimine katılan dostları İvan’ın ölümü üzerine konuşurken kendilerinin hiçbir zaman ölmeyeceklerini ima ederek konuşurlar. Ölüm söz konusu olduğunda hepimiz bir bakıma İvan’ın arkadaşları gibiyiz.

Ölüm bu kadar büyük bir bilinmezlik iken insanların bu bilinemezliği bir şekilde anlaşılabilir bir hale getirmeye çalışmaları gayet doğal bir ihtiyaç olarak anlaşılabilir çünkü sebebini bilemediğimiz şeyler daima korkutur ve hatta çıldırtabilir. Bu nedenle insanlar ölümü aydınlatmak için yine mitlere başvurmuşlardır. Dinlerin en temel öğretileri de bu nedenle hep ölümden sonrası ile ilgili öğretilerdir. İnsanları yeterince uzun bir süre bu mitlere maruz bıraktığınızda ve bu mitler toplumun geneli tarafından kabul gördüğünde bu sefer de bu mitlere karşı çıkma korkusu ortaya çıkar ki dindar toplumlarda tarih boyunca genel inancın tersine hareket etmiş insanlar ya öldürülmüşlerdir ya da özgürlük hakları ellerinden alınmıştır.

Fazla uzağa gitmeye gerek duymadan kendi toplumumuzdan bahsedelim. Toplumumuzun çoğunluğu dindar olduğundan bugün kaç kişi rahatça fikirlerini konuşabilmektedir? Cesurca konuşmanız halinde ya mürtet ilan edilirsiniz ya dinsiz kitapsız denilerek alaya alınırsınız veya çok daha kötüsü bir faili meçhul olaya kurban gidersiniz. Bu tür bir korku kulağın işitiği şeklinden çok daha beter sonuçlar doğurur. Sevdiğiniz kızla evlenememeniz, sağda solda gezerken gözlerin sürekli alaycı ve küçümseyici bakışlarla üzerinizde olması vs. vs. size toplumun içinde yaşamayı katlanamaz hale getirebilir. O yüzden çoğu insan bunları yaşamamak için dindardır ya da dindar görünmektedir.

Başka bir korku türü ise boşlukta kalma korkusudur. Bir dine uzun süre bağlı kaldığınızda tüm hayatınızı o din çerçevesinde şekillendirirsiniz. Ancak bu dini izlemeyi bıraktığınızda tüm bu cevaplar birden ortadan kalkacağı için kendinizi başı boş halde hissedersiniz. Bu his oldukça doğaldır çünkü fiziksel olarak bir desteğe oturtulmuş bir cismin desteğini çektiğinizde o cisim düşecektir. Ancak bunu yaparken şu soruyu sorduğunuz için o desteği çektiniz: Bu destek gerçekten de doğru bir destek midir? Doğru bir destek olmayabilir ve mesela sırf bir destek oluştursun diye sallanan masanın altına iphone telefonunuzu koymuş olabilirsiniz ve o telefonu çektiğinizde masa sallanacaktır. Anlamanız gereken şey masanın altına bir iphone konulmaması gerektiğidir ve sallanan masanın ayağına daha doğru bir destek bulmanız gerektiğidir. Bu konuyu burada bırakalım çünkü beşinci bölümde hayatı nasıl anlamlandırabiliriz sorusuna genişçe yer vereceğim.

Tanrılara ve dinlere inanmamak için daha birçok sebep ve argüman öne sürülebilir ancak ben bu kısmı ile çok ilgilenmiyorum. Kötülük problemi, Tanrının dualara cevap vermemesi, dinin kötülük yapmak ve halkı bir araya getirmek için kullanılmış olması, barbar dini grupların tarih boyunca insanlığın canına okumuş olması ve çok daha fazla konuyu detaylı olarak açıklayabilirim ama zannederim bu kadarı da yeterli. Zaten bu tür konular başka kişiler tarafından da sıklıkla örneklendirilmiş. Bense burada insanların ihtiyaçları ve korkuları yüzünden dini icat etmek zorunda kaldıklarını anlatarak bununla iktifa edeceğim. Zaten burada Tanrı’nın olmadığını kanıtlamaya çalışamam çünkü bu mantıksal olarak imkansızdır. Bir şeyin ancak varlığı kanıtlanabilir yokluğu kanıtlanamaz. İddiayı ortaya atan kişi o iddiayı kanıtlamak ile yükümlüdür. Tanrı iddiasını kanıtlamak için de birçok argüman öne sürülmüştür ve biz de zaten o argümanları çürüttük.

4. Din Olmadan Ahlakı Temellendirebilir Miyiz?

Gelelim şu ana kadar en çok tartışılmış konulardan biri olan ahlakın temellendirilmesi konusuna. Ahlakı dinden mi alıyoruz? Eğer bu soruya evet derseniz yani ahlakın dinlerden geldiğini söylerseniz bu durumda bir anda dinlerin ortadan kalkması durumunda insanların sadistçe birbirlerine zarar vereceklerini söylersiniz. Yani bizdeki iyilik kavramının, adalet kavramının ve ahlak dediğimiz kavramın kökeninin din olduğunu savunduğunuzda dinlerin olmadığı bir toplumda insanların birbirlerine hunharca zarar vereceklerini düşünmüş olacaksınız. Bu ifade bir önceki ifadenin bir sonucu olacaktır. Peki bu düşünce şekli doğru mudur ya da ne kadar doğrudur? Bu konuyu aydınlatmak için tekrardan insanların birbirlerine temas etmeye başladıkları ilk ana gidelim ve bu sayede ahlak dediğimiz kavramın nasıl ortaya çıktığını anlamaya çalışalım.

Gideceğimiz süreçte insanlar artık ağaç dallarının üzerinde karşıdan karşıya zıplayan birer maymunsu yaratık değil de artık ayaklarının üzerine dikilmiş ve organize olmaya başlamış ilk homo sapiens atalarımızdır. Sizce ilk kurallar o anda nasıl ve neden ortaya çıkacaktır? Cevap olarak şunu söyleyebiliriz: İnsanlar birbirlerine kötülük yapıyorlardı ama bazı durumlarda kötülük ederken aldıkları cezanın, kötülüğün sonucunda elde ettikleri mükafattan daha fazla olduğunu gördüklerinde bu kötülüğü yapmaktan vazgeçmişlerdir çünkü artık o kötülüğü yapmak riskli hale gelmiştir.

Bunca kötülük ve cezadan sonra insanlar kendi aralarında sözlü bir kontrat imzalamışlardır. Bu kontratın kuralları elbette çok basitti ve temel olarak şunu söylüyordu: Sen bana zarar verme ben de sana zarar vermeyeceğim ya da sen bana fayda sağla ben de sana fayda sağlayacağım. Dolayısıyla ilk ahlak kurallarının bu şekilde ortaya çıktığı pekala söylenebilir. Yani sen gel benim sırtımı kaşı ben de karşılık olarak senin sırtını kaşıyacağım böylece ikimizin de sırtı kaşınmış olacak. Sen alet yapmayı benden daha iyi beceriyorsun. Bense sana göre daha iyi bir avcıyım. Bu nedenle sen bana bir mızrak yap ben de avladığım hayvanın yarısını karşılık olarak sana vereyim. İnsanlar ilk andan itibaren bu şekilde kendi aralarıında kontratlar yapmışlardır ve bu basit kurallar zaman içerisinde çok daha geniş çaplı ahlak kurallarına dönüşmüştür.

Ancak burada şu şekilde bir sorun ortaya çıkmaktadır: Bütün bireyler bu kurallara sorunsuz şekilde uyacaklar mıdır? Bunun cevabı hayır olmalıdır çünkü her çağda işlediği suçun sonuçlarından korkmayan çılgın bireyler ortalığı karıştırabilir ve bu başkalarını da cesaretlendirebilmekle beraber bir çeşit savaşa ya da kavgaya dönüşebilir. Bu nedenle çok daha güçlü caydırıcılara ihtiyaç duyulmuştur ve tarihteki en güçlü caydırıcı yine din olmuştur. Bir Tanrının bu kuralları buyurduğuna inanıldığında ve bu eylemlerinin sonucunun ölümden sonra çok daha şiddetli olacağı söylendiğinde bu güçlü Tanrı otoritesi insanları yeterince korkutmayı başarmıştır. Dolayısıyla bu andan itibaren dinlerin, ahlak kurallarının daha hızlı yerleşmesinde büyük katkıları olmuştur.

Fakat din bu büyük katkısını çok uzun bir süre koruyamamıştır çünkü bir süreden sonra dinler yeterince güçlendiğinde artık kötülük yapmak, Tanrı adına kötülük yapmaya evrilmiştir. Din adamları ve politikacılar bir topluma veya bir bireye kötülük yapmak istediklerinde bunun Tanrının bir buyruğu olduğunu anlatmış ve böylece bir bireyin başka bir bireye vereceği zararın çok daha büyük çaplı olanını savaş meydanlarında ve fetih mücadelelerinde kullanmışlardır. Din adına ülkeler yağmalanmış, soykırımlar yapılmış ve büyük medeniyetler tarihe gömülmüştür.

Dolayısıyla ahlakın pekiştiricisi konumunda olan din, zaman içinde kazandığı güç ile daha büyük kötülüklere sebep olmuştur. Mesela zina yapmak kötüdür ama zina yaptığı için bir kadını taşlayarak öldürmek iyi midir? Vücudunun bir tarafı açık kaldı diye onu toplumun içerisinde dövmek, saçından tutarak onu sürüklemek ahlaklı mıdır? İnsan onurunu ve gururunu ayaklar altına almak gurur duyulacak bir davranış mıdır? Din adına kafa kesmek, insan öldürmek, bir toplumu tamamen ortadan kaldırmaya çalışmak ölçüsüz davranışlar değil midir? Eminim ki birçok kişi bu saydıklarımın hiçbirini onaylamayacaktır çünkü bunlar insanlık dışı suçlardır ama hiçkimse bütün bu ölçüsüzlüklerin din temelli olduğunu kabullenmek istemeyecektir. Dinler ilahi kaynaklı sistemlerse neden ilahi özellikler gösterememiştir ve neden her seferinde bozulmuş ve ölçüyü aşmıştır? İlahi olan sistemin mucizevi şekilde toplumları düzeltmesi gerekmez mi? Bu da gösterir ki ahlak kuralları tanrısal bir kaynak taşımamaktadır tersine yeryünde hayatta kalmak için oluşturulmuş insan yapımı kurallardır.

Bu konuyu hallettiğimize göre şimdi biraz da doğal durumdan ve yasal durumdan bahsedelim. Yani physis ve nomos kavramlarından bahsedelim. Bunu da açıkladığımızda ahlak konusunu tamamen halletmiş olacağız. Doğal yaşam zorlu ve acımasız bir yaşam şeklidir ve tamamıyla orman kanunu geçerlidir. Bu nedenle insanlar zaman içerisinde bir toplum sözleşmesi ile yasal yaşama geçerler ve otoriteyi kendilerinden daha üstün olan, kendilerine aşkın olan devlete verirler.

Böylece devlet her bireyi koruması altına alarak yapılan iyiliğin karşılık bulmasını sağlar veya yapılan kötülüğün cezalandırılmasını sağlar. Böylece mesela bir kişi gelip çocuğunu katlettiğinde ilahi adaletin tecelli etmesini beklemene gerek kalmadan devlet o kişiyi bulur ve cezalandırır. Modern hukuk yasaları ise bugün bize geçmişin ahlak kurallarından çok daha fazlasını vermektedir ve bu yasalar insanlar tarafından eleştirilerek, tartışılarak, deneyerek, uygulayarak, yanılarak, yeniden yapılandırarak bu seviyeye getirilmiştir. Nasıl ki eskinin ahlak kuralları bugün zaman zaman bize uygulanamaz gibi geliyorsa yarının çocukları da kendi yasalarını icat edecekler ve kendi ahlak kurallarını koyacaklardır.

Son olarak birkaç cümle daha ekleyeyim ve ahlak konusunu bitireyim. Düşünce gücünüzü ve enerjinizi binlerce yıl önce yaşamış insanların ve inançların üzerinde kullanmak yerine bugünü ve yarını anlamak için kullanırsanız ahlakın temellendirilmesinin aslında o kadar ahım şahım bir konu olmadığını anlayacaksınız. Din ortadan kalktığında ortalık kaosa teslim olmayacağı gibi dindar olduğu için de kimse ahlaklı olmaz. Yoksulluğun da ahlaksızlığın da temeli eğitimsizliktir. Bireyler düzgün bir eğitimden geçtiği sürece toplum kaosa değil refaha doğru gider. Bir çocuğa küçük yaştan itibaren yere çöp atılmaması gerektiği yönünde eğitirseniz o çocuk büyüdüğünde de yere çöp atmayacaktır.

Aristo’nun Poetika adlı eserinde söylediği üzere “İnsanları diğer hayvanlardan ayıran şey taklit etmeye en yatkın hayvan olmaları ve ilk öğrendiklerini taklit yolu ile öğrenmeleridir.” Nitekim bugün psikanalistler de aynı şeyleri söylemektedirler. İlk öğrendiklerimiz sonradan öğrendiklerimizden daha güçlü etkiler yaratmaktadır. O yüzden çocuklara ilk olarak insan haklarını, eşitliği, saygı ve sevgiyi, bilim ve aklın önemini öğreten toplumlar diğer toplumlardan daha güçlü ve daha mutlu toplumlar olurlar.

5. Tanrı yoksa hayatın anlamı var mıdır?

Çocukluktan hatta bebeklikten itibaren çoğumuz bir din ile büyütülürüz. Hiçbir şey öğrenmeden önce bize dini bilgiler öğretilmeye başlanır. Biraz önce söylediğimiz üzere ilk öğrendiklerimiz daha sonra öğrendiklerimizden daha güçlü etkiler oluşturduğundan dolayı Tanrısız ve dinsiz bir yaşam dayanaksız ve boşluklarla dolu bir yaşam zannedilir. Daha önce sallanan masanın altına konan iphone örneğinde de gördüğümüz üzere hayatınızı neyin üzerine konumlandırırsanız konumlandırın o şeyi aniden çektiğinizde boşlukta hissedersiniz ki bu gayet doğaldır.

Peki hayatın kendinde bir anlamı var mıdır?

Hayır, hayatın kendinde hiçbir anlamı yoktur. Bir anlamı biz üretiriz, biz yaratırız. Anlam üretmek ise ancak savaşarak olur. Savaşılmadığı sürece hayat bir anlam kazanamaz. Bunun sebebi yine evrimsel olarak açıklanabilir. Milyonlarca yıl boyunca atalarımız sürekli savaşarak hayatta kaldılar. Bu yüzden bugünkü savaşma ruhumuzu oradan aldığımız pekala söylenebilir. Bu savaş bugün bile bir ihtiyaçtır. Mesela neden hala boks maçları var ya da neden hala futbol maçları oynatılıyor? Yunanlılar bunu olimpiyat oyunları ile bir çeşit geleneğe dönüştürmüştü. Romalılar ise bunu gladyatör arenaları vasıtası ile yapıyordu.

Bu savaşınızı sonsuza kadar sürdürmelisiniz çünkü durduğunuz anda hayat tekrar anlamsızlaşacaktır. Albert Camus’un verdiği Sisifos örneğinde olduğu gibi Sisifos, yukarıya taşıdığı kayanın tekrar düşeceğini bildiği halde her defasında o kayayı tekrar yukarı çıkarıyordu. Sonuç itibariyle baktığınızda anlamsız bir şey yapmaktadır ama yapacak daha anlamlı bir şeyi yoktur. Biz insanlar da tıpkı Sisifos gibiyiz. Hayatın bir anlamının olmadığını biliyoruz, ölümle yaşam arasında o kadar da büyük bir farkın olmadığını biliyoruz ama yaşamaya ve dolayısıyla savaşmaya devam ediyoruz.

Savaşmak anlam arayışının en elzem parçasıdır ama bunu farklı şekillerde de düşünebiliriz. Sabredip dirayet etmek, çok çalışmak, bir uğurda kafa yormak… Bütün bunlar savaşmanın farklı şekilleridir. Dolayısıyla hayatınızı anlamlı kılmak istiyorsanız bir amacınız olmalı ve çok çalışmalısınız. Bunu yaparsanız göreceksiniz ki en yorgun anlarınızda dahi dünyanın en mutlu insanı siz olacaksınız.

Son Sözler

Tanrı var mıdır yok mudur sorusu felsefi olarak, düşünsel olarak değersiz bir sorudur ve bu soruyu sormak da gereksizdir çünkü Tanrı kavramı tikel bir kavram olmadığı gibi her inananın zihnindeki Tanrı farklı özelliklere sahip olabilmektedir. Bu da tartışma yapabilmek için en elzem unsur olan sınırlandırma unsurunu devre dışı bırakmaktadır. Hindistan’a gidip Tanrı kimdir dediğinizde karşınıza 35 milyon Tanrı çıkmaktadır. Kimi kastediyorsun? Brahma mı, Vişnu mu, Şiva mı, İndra mı, Ganeşa mı, Krişna mı? Ortadoğu’ya geldiğinizde Yahve mi veya Allah mı? Başka toplumlar da başka isimler vermişlerdir. Ancak tek farklılık isim farklılığı değildir. İsimleri farklı olduğu halde nitelikleri ve sıfatları aynı olsaydı bu problem ortadan kalkacaktı.

Bir teistin kafasındaki Tanrı kavramı ve o Tanrı’nın özellikleri zamana, mekana göre değiştiği için tek başına Tanrı kavramı üzerinden tartışma yapmak olanaksızdır. Bu tartışmayı yapanlar da ne tartıştıklarını bilmeden tartışırlar. Bir tartışma yapabilmek için konunun belli bir zemine indirgenmiş olması ve sınırlandırmış olması gerekir ancak tarih boyunca Tanrı tanımını kimse sınırlandıramamıştır. Her inançlının, her dindarın, her ardılın zihnindeki Tanrı tanımı farklı olduğunda bu tartışmayı yaparken nasıl olur da sanki tek bir tanım varmış gibi tartışabiliriz?

Felsefede Tanrı kavramı elbette binlerce yıldır tartışılmıştır ve din felsefesinde de bunun geniş bir yeri vardır. Ancak felsefi ortamda tartışılan Tanrı ile dindarların zihinlerindeki Tanrı tamamen farklıdır. Felsefenin Tanrısı vahiy göndermez, insan olup aramızda yaşamaz, bizim için üzülmez, pişman olmaz, öfkelenmez, bizi umursayıp kutsal kitap göndermez. Dolayısıyla felsefenin Tanrısı tartışma yapabilmek için yalnızca bir malzeme olarak vardır. Oysa dinlerin tanrıları insanları umursar, kızar, cezalandırır, ödüllendirir vs. Ancak söylediğimiz üzere dinlerin tanrıları daima birbirlerinden farklı davranmışlardır. Dolayısıyla bütün bu sebeplerden dolayı Tanrı var mıdır, yok mudur? sorusu tartışmaya değer bir soru değildir.

Yapılabilecek en doğru şey en başta da söylediğim üzere bu konular ile hiç mi hiç ilgilenmemektir. Hayatlarımızı kendi ilkelerimizle dizayn etmektir. Daima düşünmek, rasyonel düşünme araçlarımızla hayatlarımızı daha mümkün daha mutlu ve çevremizle daha uyumlu hale getirmektir. Bunu yaparken de karşılıklı sevgiye ve saygıya en üst düzeyde önem vermektir.

Dünya nüfusu hızla artış gösteriyor ve yarının dünyası çok daha kalabalık, çok daha yaşanması zor hale gelebilir. Yarın ve bugün bizi sorunlarımızdan ilahi bir güç kurtarmayacak. Her zaman olduğu gibi başımızın çaresine yine biz bakacağız. Bu nedenle akla ve bilime önem vermeli ve geçmizte çözülemez denilen, imkansız denilen birçok sorunu çözdüğümüz gibi şu anda kafamızı karıştıran birtakım konuların ve soruların cevabını bulmak için yine akıl gücümüzü kullanmalıyız.

Bilim şu ana kadar birçok problemimizi çözmüştür ve biz hala ona bazı sorular soruyoruz. Şu ana kadar sorduğumuz soruların önemli bir kısmının cevabını bulduk ve bu cevapları kullanarak teknolojiler ürettik. Bu sayede insan hayatı müthiş derecede kalite artışı yaşamıştır. Kilometrelerce uzaktaki akrabalarımızla konuşabiliyoruz, iyileştirilemez denen hastalıkları iyileştiriyoruz, hayatlarımızı daha kolay ve daha yaşanabiliyor kılabiliyoruz.

Elbette ki bilime sorduğumuz daha birçok soru var ve bunların cevaplarını da delice merak ediyoruz. Bilim sorduğumuz bu sorulara şu anda bilmiyorum demektedir. Bilmiyorum ama araştıracağım demektedir. Bunun karşısında ise dinlerin tanrıları var ve neredeyse tüm dinlerin tanrıları her şeyi bilen ve her şeye gücü yeten gibi özelliklere sahiptir. Bilim bunca bilmiyorum dediği halde hayatlarımız üzerinde bu denli müthiş bir katkı sağlamışken dinlerin her şeyi bilen tanrıları bize ne vermişlerdir, hangi sorunlarımızı çözmüşlerdir?

Yazımı bu soru ile artık noktalamak istiyorum. Buraya kadar okuduğunuz için teşekkür ederim.

Başka bir yazıda buluşmak dileğiyle. Kendinize iyi davranın, yolda kalın! selamlar ve sevgiler.

İleri Okumalar İçin Kitap Tavsiyeleri

  • Why I am Not a Christian, Bertrand Rusell, George Allen and Unwin Ltd, edited by Paul Edwards, 4th impression in 1961, London
  • Hızlandırılmış Ateizm Dersleri, Antonio Lopez Campillo ve Juan Ignacio Ferreras, Versus Kitap, Haziran 2009, İstanbul
  • Ateizmin Kısa Tarihi, Gavin Hyman, çev: Dilek Şendil, Kırmızı Kedi Yay,
  • The Cambridge Companion to Atheism, edited by Michael Martin, Cambridge University Press, 2007
  • Tanrı Yanılgısı, Richard Dawkins, Kuzey yay, 4. Baskı, Aralık 2007
  • Neden Hristiyan Değilim, Bertrand Rusell, Toplumsal Dönüşüm yay, 1. baskı

--

--